Lizbon, coğrafi konumunun da etkisiyle, Avrupa’nın diğer görkemli şehirlerinin yanında, bilinirliği daha az olan kentlerden birisi. Buna rağmen Euro bölgesinin en ucuz şehirlerinden birisi olmasının yanında, sunduğu tarihi, coğrafi güzelliklerini sıcakkanlı insanlarıyla tamamlayan gidilip görülesi bir şehirdir.
Lizbon, 1 Kasım 1755 tarihinde yaşanan çok büyük bir depremin etkisiyle yerle bir olur. Bu yıkımın altından kentteki tüm önemli yapıların aslına uygun olarak yeniden yapılmasıyla kalkılmaya çalışılır. Günümüzdeyse, 2008’den sonra derinleşen ekonomik durgunluğun da etkisiyle Roma, Floransa, Barselona, Madrid gibi Akdeniz kültürünün hâkim olduğu diğer kentlere kıyasla biraz daha bakımsız olduğu söylenebilir.
2014 yılında, Lizbon’u ilk gördüğümde, zamanında çok zengin olup sonradan maddi durumu bozulan bir insanın evine gelmiş gibi hissetmiştim.
Lizbon’un geçmişine baktığımızda kentin tarihini yapılabilecek en kaba sınıflandırmayla üçe ayırabiliriz:
Birinci dönem, milattan önceki yıllarda başlar ve 711 yılında Arapların işgaliyle sona erer; ikinci dönem, 711 – 1147 yılları arasında Endülüs kültürünün baskın olduğu yıllar arasında kalır; üçüncü dönem ise Arapların elinden geri alınan şehrin Portekiz Krallığı’na evirilmesiyle günümüze kadar gelir.
II
Lizbon, Pascal Mercier yazdığı ve sonradan filme de aktarılan Lizbon’a Gece Treni isimli kitaptan sonra daha bir merak edilir olmuştu.
Geçtiğimiz aylarda José Saramago’nun Lizbon’u merkezine alan kitabı Lizbon Kuşatmasının Tarihi de tekrar yayımlandı. Bu kitap ilk olarak 2004 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından İpek Babacan’ın İngilizceden yaptığı çeviriyle yayımlanmıştı. Kırmızı Kedi Yayınları ise Emrah İmre’nin Portekizceden yaptığı yeni çeviriyi bizlerle buluşturdu.
José Saramago’nun yazdığı Lizbon Kuşatmasının Tarihi isimli romanda, düzeltmen Raimundo Silva, üzerinde çalıştığı Lizbon kuşatmasının tarihini anlatan kitabın bir cümlesini değiştirir. Söz konusu cümlenin orijinalinde olmayan bir olumsuzluk takısını ekleyerek yapar bu işi.
Silva, bilinçli olarak yaptığı bu değişiklikle yıllarını verdiği mesleki kariyerini riske atmıştır. Bunu bilir ancak nedenini tam olarak açıklayamadığı bir dürtü nedeniyle kendine engel olamaz.
Silva’nın yaptığı hata son anda fark edilir ve sonrasında yaşananların etkisiyle, düzeltmenin, rutinlerine sıkı sıkıya bağlı devam eden hayatı hızla farklı bir noktaya doğru savrulur. Romanın devamında Silva, yayın koordinatörü Maria Sara’nın yönlendirmesiyle kendi Lizbon Kuşatmasının Tarihi’ni yazmaya koyulur.
Lizbon Kuşatmasının Tarihi’nde omurgayı yukarıda özetlemeye çalıştığım hikâye oluşturur. Bu ana omurgaya paralel bir şekilde de Silva’nın yazdığı kitaptan bölümler aktarılır. Böylece Saramago’nun kitabı, geçmişte ve günümüzde geçen iki ayrı olayın aktarıldığı bir romana dönüşür.
Bu iki olayın aktarımı kitabın başlarında ayrı ayrı verilirken kitap ilerledikçe iki anlatı gittikçe birbirine karışır. Böylece biz okurlar, Saramago’nun kurduğu bir oyuna dâhil olduğumuzu hissederiz ve yazarın diğer kitaplarından aşina olduğumuz oyuncu anlatımla beraber dikkatimizi kitaba veririz.
Lizbon Kuşatmasının Tarihi’nde iç içe geçmiş iki hikâyenin takibi için harcanan emeğin daha fazlasını Saramago’nun diyalogları verirken seçtiği yöntem nedeniyle harcamak zorunda kalırız. Yazar, kitabındaki karakterlerin karşılıklı konuşmalarını, farklı bir yöntem benimseyerek, yan yana ve virgüllerle ayırarak sunmayı tercih etmiş. Burada, okurun tek yol göstericisi büyük harflerin kullanımı olmuş. Yazarın yaptığı bu biçimsel yenilik, bizleri bir yandan zorlarken diğer yandan da okurun kitaba oldukça yoğun bir şekilde odaklanmasını talep ediyor.
III
Lizbon Kuşatmasının Tarihi, baktığınız yere göre farklı tatlar alabileceğiniz bir roman. Kitabı, geçmişteki ve günümüzdeki Lizbon’u, anlatıcıyla beraber karış karış gezebileceğiniz bir metin; Silva’nın mesleğini merkeze alarak, yayıncılık dünyasına içeriden bir bakış; Raimunda Silva ile Maria Sara’nın ilişkilerinden yola çıkarak bir aşk hikâyesi veya tarih anlatıcılığının sorgulandığı bir eser olarak okuyabilirsiniz.
Ben kitabın, tarih anlatılarının ne denli yanlı olabileceğini düşündüren bakış açısını önemsedim.
Biz ve onlar çerçevesine sıkıştırılmış, bizim her zaman haklı olduğumuz ve zaferlerle taçlandırdığımız resmi tarih anlatıları devletlerin halklarını biçimlendirmelerindeki en önemli unsurlardan birisi olmuştur her zaman. Bilimsel kılıf içinde sunulduğu iddia edilen bu anlatılar aslında son derece dar bakış açısıyla yazılmış öznel eserlerdir.
Kitapta anlatılan olaylar, Arapların bakış açısıyla yazıldığında başka, şehri kuşatanların bakış açısıyla başka bir şekilde aktarılacaktır. İki taraf da dini, siyasi ve ekonomik nedenlerle kendini haklı görecek bir taraf zaten kendinin olan bir şehri yeniden ele geçirdiğini, diğer tarafsa Hristiyanların Müslümanları, 400 yıldan fazla bir zamandır yurt belledikleri coğrafyadan silme çabalarını anlatacaktır. Her iki taraf da ölenlerini şehit ilan edecek sağ kalanlar içinse servetten pay ayıracaktır.
IV
Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımdan yola çıkarak, Lizbon Kuşatmasının Tarihi’ni, biçimsel olarak yenilikler barındıran; okurlardan büyük bir dikkat isteyen; bir ayağıyla günümüzde, diğer ayağıyla geçmişte duran; her iki dönemde de özgün birer aşk hikâyesi barındıran ve Saramago’nun diğer kitaplarından da aşina olduğumuz hınzır ve ne kadar doğru söylediğinden bir türlü emin olamadığımız anlatıcıya sahip bir kitap olarak niteleyebiliriz.
Kırmızı Kedi Yayınevi José Saramago’nun kitaplarını bütünlüklü kapak tasarımlarıyla ve özgün dilden yaptığı çevirilerle yayımlamayı sürdürüyor. Bu kapsamda yazarın romanlarının önemli bir kısmını yayımladılar.
Dilerim yayın programlarında Saramago’nun 1978 tarihli, daha önce yine Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanmış ve günümüzde bulmanın neredeyse imkânsız olduğu Kısırdöngü (Objecto Quase) isimli kitap da yer alıyordur.
V
Yazıya Ek: İdeolojik saplantılara bağlı olarak ortaya çıkan körlük ve bu körlüğü toplumun geneline yayabilmek için resmi tarih anlatılarının kullanımıyla ilgili oldukça çarpıcı bir belgesel izlemek isterseniz, yönetmenliğini Vitaliy Manskiy’in yaptığı, 2015 tarihli “V Paprscích Slunce” isimli yapıta bir göz atmanızı önerebilirim.
Onur Uludoğan – edebiyathaber.net (2 Mart 2017)