Hazırlayan: Mehmet Özçataloğlu
1. Neden çocuklar için yazıyorsunuz?
Yazmak çok enteresan bir şey. Düşünsenize, odanın kapısını kapatmış, sessizce yazıyorsun. Ama aslında nefes nefesesin! Duyguların havai fişekler gibi patlasa da, odandan belli belirsiz klavye sesleri yükseliyor sadece. İşte bu durum bana iyi geliyor. Hele ki çocuklar için yazmak, gençlik iksiri gibi bir şey! Son dönemlerde, çocuklaşmayı yeniden keşfetmenin peşine düştü insanlar. Kurslar, atölyeler… Şanslı bir grup olan bizlerse, çocukluğu yazıya döküyoruz. Odamıza kapanıp bilgisayarı açıyoruz. Bu dünyanın şalterini kapatıp diğer dünyanın, daha güzel olanın şalterini açıyoruz. Seksek oynamaya devam eden, gazozunu içtiler diye küsen, köpeğinin peşinde sokaklarda koşturan o ufaklıklar beliriyor yine karşınızda. Yaşsız biri olarak el sallıyoruz onlara: “Hey, yine ben! Bak hâlâ buradayım!”
2. Okuduğunuz ilk çocuk kitabı hangisiydi? Sizde ne gibi izler bıraktı?
Zor soru! İlkini hatırlamıyorum ama ilk zamanlarımın en efsane kitaplarını sayabilirim. Pal Sokağı Çocukları, Gizli Yediler, Sarıbaş…
Bende büyük iz bırakan bir okumadan bahsediyorsak eğer, o zaman minik bir anımı anlatmak isterim.
Aile büyüğümüz rahmetli Zeki Amca ve Necla Teyze, yolu gözlenen misafirler listemizde bir numaradaydı. Bu iki tatlı insan her seferinde iki sürprizle kapımızı çalardı. Sürpriz diyorum ama aslında ne olduğunu adımız gibi bilirdik, liste hiç şaşmazdı.
Zeki Amca, daha kapıdan girerken, teslim olmuş gibi ellerini havaya kaldırır, “Bakın bakalım ceketimde ne var,” derdi. Abimle, “Hücuum!” diyerek saldırırdık üstüne! Bizim için aldığı Alga gofretleri ceplerinden çıkarıp kaybolurduk ortadan.
O zamanlar ev kıt kanaat geçiniyor. Abur cubur işlerine her zaman para yetmiyor tabii. O gofretler ya ânında kemirilir ya da film izlerken yemek üzere bir yerlere saklanırdı.
Bir süre sonra Necla Teyze’ye yanaşırdık. Elele dergisinin eki Çitlembik Çocuk’u biriktiren teyzemiz, son hasılatı çantasından çıkarıp elimize tutuştururdu…
Bir geceyi hatırlıyorum; Zeki Amcalar gitmiş, kolalar pastalar bitmiş, ev sessizleşmiş. Yatağıma tüneyip derginin en yeni sayısını hızlı hızlı tarıyorum. Alga gofretim eşliğinde, seçtiğim bir sayfayı okumaya başlıyorum.
Uçan bir otomobilin öyküsüydü bu. Okurken durup durup havalara bakıyordum, okuduklarım kafamda canlansın diye. Vücudumda yepyeni bir hissin dolandığını hatırlıyorum. Müthişti, olağanüstüydü. İçine düştüğüm o eşsiz şeye “hayal dünyası” dendiğini sonradan öğrenmiştim!
3. Bu kitabı keşke ben yazsaydım, dediğiniz bir kitap oldu mu?
O hep olur. Her güzel kitapta içim bir cız eder, “Yolun çook uzun Kaan Efendi,” gibi bir şeyler hissederim. Küçük Prens’i yetişkinliğimde tekrar okuduğumda nasıl kalakaldığımı unutmam ama. Bu cümleleri aynen söylemiştim. “Ah bu kitabı keşke ben yazsaydım!”
4. Çocuklara yönelik kitaplardan en son hangisini okudunuz? Kitapla ilgili düşüncelerinizi kısaca belirtebilir misiniz?
Sanırım Müşfik Kenter’in bir sözüydü:
“Öyle doğal oynayın ki, izleyen, ne var canım bunu ben de yaparım, desin.”
Her şeyde olduğu gibi, kitaplarla ilgili hissim de budur. Doğal olmayan, bilinçli olarak karman çorman yapılmış, edebiyat parçalayan cümleler yerine yüklü ama sade anlatımları seviyorum. David Almond’un Küçük Koşucular’ı böyle bir kitap! Bir çocuk gözünden yaşlılığın, bir yaşlının gözünden kendi çocukluğunun hikâyesi. Aslında bir yolculuk hikâyesi de. Hedefe ulaşmakla yolun tadını çıkarmak üzerine bir şeyler söylüyor…
edebiyathaber.net (25 Temmuz 2018)