Kalküta ve Uçurtma Mevsimi ile okurlardan tam not alan, son zamanların dikkat çeken yazarlarından Kaan Murat Yanık ile yeni romanı Butimar üzerine konuştuk.
Butimar çıktı! Bu süreçte belki de sizden daha çok okurlar heyecanla bekledi çıkmasını. Öncesinde iki kitabınız çıktı ama Butimar okurlarınızı daha çok heyecanlandırdı. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
İzah edilemez bir his, kurduğum dünyada iki yılı aşkın süre sallanarak, o dünyanın yabanıl havasını teneffüs ederek, kendimle didişerek yaşadım ve nihayetinde hepsi bir kitaba sığdı. Okurlarımı saran heyecanının aynı türü ile muhatabım, çünkü kitabıma uzaktan bakınca onu yazan benle, şimdiki ben arasında tel örgüler olduğunu düşünüyorum.
İki buçuk yıldır Butimar üzerine çalışmalar yapıyorsunuz. Bu süre içerisinde sizi en çok ne zorladı?
Romana başlamaya karar verme safhası her zaman sancılıdır, bir de bilincin girintilerinde sıkışıp kalmış yüzlerce güdüyü, korkuyu, dürtüyü, alt kimlik atıklarını tasniflemek beni zorladı açıkçası. Tabii Bolşevik Devrimi öncesinde Rus Çarı’nın egemen olduğu bir coğrafyanın psikolojisini resmederken de zorlandım. Moskova, Petersburg ve Astarhan’da kaldım bir süre, bu yüzden.
Kitabın adını Butimar diye duyurmuştunuz ama bir de “Sessizliğin Kanatları” eklenmiş kapağa. Sessizliğin Kanatları kitapta neyi ifade ediyor?
İsim konusunda hem editörlerimle, hem de çevremdekilerle uzun uzun tartıştık. Birçok isim düşünüldü, sonra vazgeçildi hepsinden. Kitabımın konusunu anneme anlattığım zaman ‘Butimar’ olsun demişti, öyle de oldu. Alt başlık olarak –Sessizliğin Kanatları- fikri ise yayınevinin isteğiydi.
Romanda çok tartışılacak kısımlar var; Lâik- muhafazakar, Doğu- Batı ikilemleri ve sistemi sert bir şekilde tenkit… Biraz bunlardan bahseder misiniz? Açıkça soruyorum, korkmuyor musunuz?
Korkuyorum, korktuğum için yazıyorum sanırım. Etliye, sütlüye dokunmadan yaşamanın alçaklık olduğunu düşünüyorum. Hele ki Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu nazik durum göz önünde bulundurulursa.
Dünya giderek tuhaf ve bir o kadar da iğrenç bir hal almaya başladı. İnsanlar kendini tanımadan ölüyorlar, kötü kitaplar okuyup, kötü filmleri seviyorlar. Modern zaman algısı içinde psikolojik bir okuma yaptığımız vakit her şeyin yerli yerinde görünmesine rağmen, bizden saklanan bir çöküş olduğu gerçeği çıkıyor ortaya. Bunu kim niye saklıyor, bu bambaşka bir mesele. Ama giderek diri maskeli ölülere dönüşüyoruz. Aynı markayı giyen milyonlarca insanın, aynı yarışma programını izledikten sonra aynı boşluğun içinde, aynı şekilde uyumaları. Mc Donalds’ın menülerinin dünyanın her yerinde aynı içeriğe sahip olması gibi, artık insanların o gizemi de yok oldu. Birilerini keşfetmek istemiyoruz, çünkü ne keşfedecek bir çukur kaldı ortada, ne de keşfe çıkacak mecal. Artık bilinçaltlarımız bile aynı renklerden; parti bayraklarından, inşaat firması reklamlarından, x gazetesinin foto galerisindeki sefil görüntülerden müteşekkil. Murakami bir romanında kapitalizmi eleştirmek için x markasını belli başlı bir karaktere dönüştürüp o karaktere kedi kafaları kestirtmişti, bir başka x markasını ise karanlık sokaklarda kadın pazarlayan bir adam yapmıştı. Sistem eleştirisini toplumsal gerçekçi çizgide, ideolojiye araç olarak kullanan romanlardan farklı bir şey bu. Sanırım ben de, bu konuda bazen sembollerle, bazen de insani bir duyuşla alenen öfkelenerek yazıyorum.
Ama benim derdim halihazırda hem Türkiye’ye, hem de dünyaya hâkim olan belli başlı çatışmaları fotoğraflamak, bu çatışmaların temellerinde var olan psikolojiyi kendi süzgecimden geçirip anladıktan sonra biçimini değiştirmeden okura sunmak. Sistem eleştirisine gelince atanamayan öğretmenlerden tutun da, rantsal dönüşüme, oradan her yanından iltihap akan yeni medeniyet algısına ve dahi popüler kültürün ruhumuzu daralttığı her şeye karşı vermek istediğim savaşı anlattım. Bu savaşın anlatımı evvela kendimle… Bildiklerimle hissettiklerim arasındaki mesafenin giderek kapanması neticesinde oluşan bir baş dönmesi ile beraber sayıklamalarım.
Sıradışı bir psikiyatrı anlatıyorsunuz, yazarken psikiyatrlar ile vakit geçirdiniz mi hiç?
İki psikiyatr arkadaşım var, ikisini de uzaktan gözlemlemekle yetindim. Bir gazeteci veya bilim adamı nesnelliğiyle değil de, psikiyatrları merak eden veya onları hasta gibi gören bir tavırla gözlemledim onları. Biriyle de fena kavga ettim. Bir yandan arkadaşımla münakaşa ederken, diğer yandan da bizim yükselttiğimiz seslerimizi dinleyen kafedeki insanları inceledim. Konuştuklarımızı anlamasalar da, kavga izlemek çok hoşlarına gidiyordu.
İlkel psikoloji kavramını ortaya attınız ve de peşinden rüya tasarlama meselesi, kulağa hoş ama bir o kadar da tuhaf geliyor?
Özellikle ikinci bölümde ilkel psikolojiden daha doğrusu Freudist-Lacanist bakış açısından evvel Antik Yunan felsefesinin insan ruhunu sorgulamayı akıl etmiş filozoflarını veya İslam dünyasının büyük düşünürlerinin fikirlerinin sentezi sonucunda belli başlı varsayımlara ve dahi bir bakış açısına erişen karakterler üzerinden enteresan olduğunu düşündüğüm bir âlem kurdum. Mesela Yusuf karakteri Prozac şurubunun ilkel halini yapıp bunu kullanıyor veya psikanalize benzer akıl yürütmeleriyle uğraşıyor. Kimi taklit ederek yaşadığını ve içgüdülerini sorguluyor. Rüya tasarlama meselesi de, birinci bölümün ana meselesi ve hem ikinci, hem de üçüncü bölümün dişlilerini hareket ettiriyor. Başka bir zamana ve başka bir yere ait olduğunu düşünen psikiyatrin belleğindeki delik sayesinde oluşan olağandışı bir şey. Bundan çok fazla bahsetmeyeyim, romanı okuyanların tadını çıkarmaları için.
Butimar’ın yazım sürecinde çarşafa bürünüp İstanbul sokaklarında dolaştınız, ilginç bir an yaşadınız mı?
Çook. Benim için çok ilginç bir deneyimdi. Bir kere çarşafla yürümek meşakkatli iş, bir de sakalımı kesmeyi sevmediğim için bu işi sakalla yaptım. Yani yolda bir polis tarafından çevrilsem ‘Hanım indir peçeni.’ dese, ne yaparım diye ürktüm. Ben polise ‘Polis abim, canım benim postmodernizm, roman… filan’ demeden muhtemelen gözaltına alınırdım.
Peki, başka kılıklara da girdiniz mi?
Dilenci kılığına girdim. Tinerci oldum. Taksicilik yaptım, üç gün.
Bazı edebiyat çevreleri ve okurlarınız tarafından normal olmayan bir yazar olarak tanınıyorsunuz. Deli diyorlar size, bundan rahatsız mısınız?
Aksine, normal olmadığımı biliyorum, kabulleniyorum bunu. Dünyanın mecburiyetleriyle mücadele etmek için başvurduğum bir yöntemdi bu hal en başta, sonra alışkanlığa dönüştü. Deliliğin tadını bir kere alan bir daha akıllanmak istemez.
Sosyal medyada bazen kitabınızdaki bir karaktere bürünüp bir şeyler yazıyorsunuz, okurlarınız nasıl karşılıyor bunu?
İnsanların hoşuna gidiyor, benim hoşuma gidiyor, geçen bir karakterimle konuşurken laf arasında onun da hoşlandığını öğrendim bu işten.
Büyülü gerçeklik akımının Türkiye’deki yeni temsilcilerinden biri sayılıyorsunuz. Neden büyülü gerçeklik?
Büyülü gerçeklik meselesi aslında hem Anadolu’ya, hem de şu anki zamanın akış hızına çok yakışıyor. Evliyalar, efsaneler, menkıbe geleneği, periler, masallar, hurafeler, büyüler vs. bir yanda. Gökdelenler, çılgın bir hızla ilerleyen teknoloji, değişen algılar diğer taraf da. Postmodernizm kavramının her şeyi farklı bir hale sokması sonrasında artık başka bir kıvama dönüştü büyülü gerçeklik dünyada, kanaatimce. Ama bunun neden doğuya ve doğululara daha çok yakıştığını kabaca örneklersek, misal Paris’in en işlek caddelerinden birinde bir kadının yanına yaklaşıp ona biraz evvel bulutlara yakın uçan sakallı ve kanatlı bir adam gördüğünüzü söyleseniz size deli der. Avrupa her ne kadar muhteşem bir edebiyata sahipse de, Avrupalı okurlar okudukları olağandışı- masalsı romanlara benzemezler, benzemek istemezler de. Mananın sınırlarında dolaşmanın ılık hazzını ve doğunun gizemini- büyüsünü vesikalamanın derdindedirler. Yani Marquez’i bu kafayla okumaya çalışırlar, inanmadan okurlar, üstünde konuşmak için okurlar. Oysa Kars’ta yaşayan bir teyzenin yanına varıp biraz evvel uçan sakallı bir adam gördüğümüzü söylesek mutlaka kendisinin de daha evvel buna benzer bir şey gördüğünü söyler bize. Bu çok uzun bir konu ama o teyze Marquez’i okusaydı onu anlayarak, ona inanarak okurdu. Buradaki doğu- batı ayrımı coğrafyayla alakalı değil. Bence ezilen halkların hepsi, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, doğuludurlar. Marquez de doğuludur, Ngugi wa Thiong’o da. Ben büyülü gerçekliği kendi köklerimle birleştirip ama modern zamanları da ters yüz etmek suretiyle hepsini birbirine karıştırmayı seviyorum.
Kalküta’yla başladığınız serüvene Uçurtma Mevsimi’yle devam ettiniz, şimdi de Butimar. Şiir ve öyküden sonra şimdi de roman. Bundan sonra roman ile mi devam etmeyi planlıyorsunuz? Bu yolculukta yanınıza almayı planladığınız şiir ve öyküler de var mı yoksa?
Şiir yazmayı üç yıl evvel bıraktım. Arada İsmet Özel, Haydar Ergülen, Birhan Keskin, Turgut Uyar okuyorum. Bu kadarı yetiyor, bana. Kendimi tamamen roman yazmaya adadım. Korkunç yıpratıcı bir iş, ama… İşte, öyle. Bir tutku bu. Romanımın matbaadan çıktığı gün, yeni romanımın kurgusunu yapmaya başladım mesela.
Yorucu ve uzun bir yazım sürecinden sonra okurlarınızla buluşmaya hazırlanıyorsunuz. Son olarak okurlarınıza ne söylemek istersiniz? Bir de bu aralar hangi kitap çantanızda?
Onları seviyorum. Cidden seviyorum. Birileri beni okumasaydı, anlatacaklarımı bağırarak sokak sokak dolaşıp zorla dinlettirirdim herhalde. Son iki gündür Alejandro Zambra’nın Eve Dönmenin Yolları’nı okuyorum.
Söyleşi: Osman Palabıyık – edebiyathaber.net (12 Ekim 2015)