“Şeyler bulaşıcıdır, çatlaklardan içeri girmek ister.”
Yaşamın kaba bir yanı var. Hoyrat. Kötücül değil her zaman, ama iyi olmanın, iyi olanın peşinde değil kesinlikle. Ablak suratlı. Manevraları zekânın inceliğinden yoksun ama kurnaz. İçten pazarlıklı. Her zaman sırıtarak, yük duymaksızın çıkarcı. Duyarlılığı ezip geçen bir yan. Zarafet tanımaz. Başkasının acısı karşısında gözleri dolmayan bir yan. Acının kaba kuvvetine boyun eğmiş, kaba kuvveti besleyen bir yan. Budalalıkla bezenmiş ama yolunu, çıkışını hep bulan. Vicdanı nasırlaşmış, elleri sevecenlik bilmez. Kaba. Çıkarcı. Ablak. Ve gün gibi gerçek.
Yaşamın bu yanı karşısında donakalır insan çoğu zaman. Çaresizleşir. Olanaklar ve neşeye akan yollar tıkanır. Bu tıkanıklık kirletir yüreği; kaba olan kazanır çoğu zaman. Budalalığıyla kazanır ama kazanır. Katılığıyla, her şeyi kestirip atmayı başaran kötücüllüğüyle kazanır. Dokunuşu ve başkasının acısını hissetmeyi olanaksızlaştıran duyarsızlığıyla kazanır. Ama kazanır. Ablak suratıyla kazanır. Her zaman sırıtarak. Gerçekliğiyle kazanır.
Dorthe Nors’un Karate Vuruşu adlı kitabını oluşturan on beş öykü yaşamın en çok bu yönünü düşündürüyor. Öyküler karanlık değil, kara. Hüzünlü değil, acımasız. Duyarsız değil, öfkeli. “Kadın Sık Sık Mezarlıkları Ziyaret Etti O Yaz” öyküsünü dışarıda tutarsak, hepsinde bir tür kaba kuvvet hâkim. Nors kısa öyküyü derinleştiren, zenginleştiren naif zarafeti elinin tersiyle itimiş adeta. Öykülerini tam da yaşamın kabalığına denk bir hoyratlıkla kurmuş. Okura dayatılan bir hoyratlık. Ve ortaya bir güç dengesi çıkmış. Hassas bir denge bu. Okurdan ip cambazının maharetini bekliyor.
“Babamın, sıradan önemsiz bir kişinin yerine geçebileceği sıradan önemsiz bir kişi olmasını engelleyen tek şey benim onu algılama biçimimdi. Babamı sevmesem, benim için önemli bir kişi olmayacaktı; benim için önemli bir kişi olmasa, hiçbir şey umut verici değil demekti. Bu yüzden, babamla ilgili duygularımı parçalara böldüm, parçaları da bulabildiğim en uygun yerlere sakladım.”
Yaşamın her şeyi kestirip atan kaba yanı karşısında öyküler de bir şeyleri kesiyor, parçalıyor ve dört bir yana fırlatıyor. Ama insan Nors’un diline yakınlaştıkça bunun tam da parçalanan – ve parçalayan – şeye dikkat çekmek olduğunu fark ediyor. Kaba kuvvetin karşısında sözcüklerin kılıcıyla durmak bu. Yenmek ya da yenilmek değil söz konusu olan. Yeneni ve yenileni ortaya koymak.
“(…) bu tür insanların iç dünyası, yeni yürümeye başlayan bir çocuğunki gibidir. Bunlar yanıklarına, berelerine, boşaltılmış banka hesaplarına ve kırılmış hayallerine, kötülüğün gerçekten varolmasına sanki sonsuz bir hayret kaynağıymış gibi bakarlar.”
Aldırışsız bir anlatımı yeğleyen Nors yine de hayret duyan insana eğilmekten kendini alıkoyamıyor. Belki hayret duyan insanın yaşamın kaba yanı karşısındaki çaresizliğinden. Korkusundan. En baştan tükenmişliğinden.
“O zaman Nat arkasına yaslanarak, eğer dünya insanın ara sıra düşündüğü gibiyse, sabahları gözlerini bile açmaya cesaret edemeyeceğini söyledi.”
Nors’un “Wadden Denizi”nde sözünü ettiği yaşam korkusu bu. İnsanı yaşamın en güvenli olduğu yerde bulan korku. Ve sonra her yerde. Kaçınılmaz olan. Her korku gibi. Yaşamın kaba kuvvetinin her şeyi ezeceğine dair titrek, çaresiz bir bilinç hali. Hoyrat bir yumruğun gelişini beklemek. Her adımda tam da en korktuğun şeyin içine çekildiğini bilmek. Kaçtığına koşmak. Ne yöne gidersen git. Yaşam korkusu.
Çünkü yaşamın kaba bir yanı var. Hoyrat. Kötücül değil her zaman, ama iyi olmanın, iyi olanın peşinde değil kesinlikle. Ablak suratlı. Manevraları zekânın inceliğinden yoksun ama kurnaz. İçten pazarlıklı. Her zaman sırıtarak, yük duymaksızın çıkarcı. Duyarlılığı ezip geçen bir yan. Zarafet tanımaz. Başkasının acısı karşısında gözleri dolmayan bir yan.
Karate Vuruşu’ndaki dokunuşu en yumuşak, en şefkatli öykünün bir mezarlıkta geçmesi, tam da bu yüzden tesadüf olmasa gerek…
“Bir gün zaten hepsi toprağa kavuşacak ama üstlerinde dünya yolunu sürdürecekti. Buna hiçbir itirazım yok, diye düşünüyordu. Böyle bir ölüm, iyi bir şeydi; sevdiği adam geldiğinde ona da söyleyecekti bunu; uygun yaşa gelince, çocuğuna da söyleyecekti; belki bir gün üzüntülü, mutsuz bir kız arkadaşına da söylerdi: Ama şimdilik kendine saklayacaktı bunu; mezarlıkları ziyaret edecek, bekleyecek ve ara sıra yere çömelerek, su içmek için boyunlarını uzatan kedileri seyredecekti.”
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (17 Kasım 2017)