Daha kaybedecek neyimiz kaldı ki kabuğumuzdan başka? Hem herkes gibi çekip gidesimiz var da, nereye gitsek aynı derdin başka türlüsüne denk geliriz diye adım atmaktan korkuyoruz. Ve geride kalanların sorumluluğunu bir kere üstlenmiş olmakla beraber, suçluluk duygusuna yenik düşmemek için terk edemiyoruz. Ama yine de yaşasın deliler, yaşasın çıldırma eşiği ve de aklı olan kaçırsın!
Kabuk, üç kadının iç dünyasına, kadınların izniyle hızlı bir giriş yapıyor. Onlar anlatıyor, bizler dinliyoruz. Onların hayatlarındaki rollerini, o roller altındaki ezilmişliğini ve kaçacak bir yer kalmadığında bütün gerçeklere hüznün hıncıyla saldırısını ele alıyor. Kitabın dilinden anlaşıldığı üzere kaçışlar da, saldırı da soyut. Çünkü ilk sayfadan itibaren kimseye söyleyemediklerine tanık oluyoruz. Bu şekilde yapacaklarını kestirmek zor olsa da, yaptıklarının nedenlerini olanca içtenliğiyle kavraya biliyoruz.
Bu herhangi bir cinsiyetçilik yanılgısına düşülecek bir kitap değil. Üç kadının hikayesinde, ‘kahrolsun erkekler’ gibi basit bir sonuca götürmüyor bizi. Yalnızca soru soruyor, hatta o kadar güzel sorular soruyor ki, insan olmanın acizliğiyle bu defa bir cevap aramayı bırakıp sadece soru sormanın muazzam tadına varıyoruz okuyucu olarak. Bu roman, içinde erkeklerinde olduğu ancak konuşmadığı bir roman. Somut gerçekliğe uzak olmasının da etkisi var erkeklerin sessizliğinde. Ancak o gerçeklerin üç kadının hayatına etkisi olmadığını iddia edemeyiz. Kısaca; etkilerin doğuracağı sonuçlar gerek toplumsal algı, gerekse bastırılmışlığın yarattığı hisle kabukların içinde, sancılara dönüşüp, doğacağı günü bekliyor. O doğum günü de çıldırma eşiği.
Zeynep Kaçar, bireylerin içinde bulunduğu ruh hallerini ayrı incelediğinde üç farklı kitap yazılacağını biliyor olacak ki, bunu zekice bir kurguyla ailenin içine çiviliyor. Böylelikle karakterler hakkında kafamızda oluşacak ‘Neden?’ sorusunun cevabını da geçmişlerini bir diğer karakterin anlattıklarıyla bulabiliyoruz.
Aile olmanın getirileri ve götürülerini tarafsız bir terazide tartabiliyoruz okurken. Yaşanmış olan ve yaşanması yüksek olasılıkla beklenen olumsuzluklarda bir suçlama yok. Kitabı cinsiyetlerimizi bir kenara bırakıp ele aldığımızda, erişeceğimiz en hoş nokta da bu. Hiçbir karakteri ötekinden üstün tutamıyoruz. Alışkanlık olan fanatizm duygusuyla bir karakterin peşine takılıp, okurken ve düşünürken etrafa yargılar savuramıyoruz. Tıpkı hayat gibi, yalnızca öğreniyor ve akışı bazen üzüntüyle bazen mutlulukla, bazen de şaşırarak izliyoruz.
Bir erkek gözünden Kabuk, kabuksuz yaşantımızla bizi bazı gerçeklere uyandırıyor. Hatta o gerçeklerin doğruluğunu tartışmıyoruz. Çünkü o vakte kadar varlığından dahi haberimizin olmamasıyla dumura uğruyoruz. Bilmemenin, farkında olmamanın suçluluğunu duyuyoruz. Şaşkınlığın yanı sıra, dayı karakteriyle kadın olma içgüdüsünün varlığını kabullenip, bu güdünün ağırlığını hissedebiliyoruz. Sonrasında insan olarak içimizdeki mezarlıklarda yatan ölülere sesleniyoruz Kabuk’la beraber. Ve bu kitabın hayatın karşısındaki en belirgin özelliği de, o ölülerin bize aynı içtenlikle cevap vermesi oluyor.
Kabuk; insana, kadını, insanı, insanca anlatıyor.
“Kabuk, bu yüzden… ve bu yüzden böylesine kalın sıradanlığımız.”
Gökhan Atabay – edebiyathaber.net (7 Şubat 2017)