Kaç Rüyadır Uçamayanlara H.G. Wells, Yevgeni Zamyatin, Karel Čapek ve Henry James öykülerinden oluşan bir antoloji. Kitabın hazırlanış öyküsü önsözde belirtilmiş. 19. yüzyıldaki bilimsel gelişmelerle birlikte insanlığın geleceğine ilişkin yeni düşünceler, elbette yanında farklı kaygılar doğmaya başlar. Tüm bunlar yazarların düş gücünü, kurmaca evrenini genişletir, dolayısıyla gerçekliğin sınırlarını zorlayan, fantastik ya da bilimkurgu öğeler öykü türünde de karşılık bulur. Kaç rüyadır uçamayanlar nitelemesi bu yüzden hem yazarları hem de okurları ilgilendiriyor gibi görünüyor.
Ama tabii daha çok biz okurları.
Kaç rüyadır uçmamanın çağrıştırdıklarını düşünürken aslında kendimizi uçmanın anlamına eğilmişken buluruz. Çünkü uçmak bir bakıma sınırları zorlamak demek.
Kitabın önsözünden biraz daha bahsedelim. Az önce 19. yüzyılın yazarlar üzerindeki etkisinden bahsettik. Antolojideki yazarlar rastgele seçilmemiş. Hepsi 19. yy sonu, 20. yy başında yaşamış kişiler. Her birinin “gerçekçi” diyebileceğimiz metinleri “olağanüstü” öğelerle örülmüş öyküleriyle yer alıyor seçkide. Böyle bir dizilim neden tercih edilmiş olabilir? Genelde fantastik, bilimkurgu türünde yazan yazarların bu yolu kaçış amaçlı seçtikleri düşünülür. Daha alegorik, bu dünyadan daha uzak bir yerde metinlerini inşa ettikleri… Oysa Kaç Rüyadır Uçamayanlara Öyküler başka bir şeyi akla getiriyor. İnsanı ve bu dünyayı anlatmaya gerçeğin yetişmediğini, yazarların da ister istemez dümenini “olağanüstü” anlatıya kırdığını. Oysa burada asıl olağanüstü olan insanın ve modern dünyanın artık anlaşılamaz oluşu, parçalanışı, iddia edilenle gerçekleşen arasındaki müthiş uçurum ve uyumsuzluk. Hayat gittikçe olağanüstüleşirken, “gerçek” ya da “olağanüstü” saydığımız pek çok şeyin iç içe geçtiğini, normal saydığımız pek çok şeyin anormal olduğunu, olağanın olağanüstüden aşağı kalmadığını.
Yazarlardan yalnızca Henry James fantastiği atmosferine işlemiş gibi görünür, çünkü fantastik kabul edilen yaşamın dışladığı yönelimlerdir. Ayrıca Henry James’in kitaptaki yeri daha çok değişmekte olan öykü anlayışının haberciliğiyle önem kazanır. Diğer üç yazarın arasındaysa sanki kan bağı var. Örneğin Wells bu anlamda öncü bir rol üstlenir. H.G. Wells bilimkurgu türünün ilk örneklerini veren yazarlardan. Dönemin bilimsel gelişmelerine, ilerlemeciliğe başta olumlu yaklaşmış, metinlerinde bunu sorunsallaştırmış, metinleriyle birlikte ilerleme kavramı üzerine yeniden yeniden düşünmeye başlamış biri. Kurduğu organik yaşamları insanların geleceği üzerine bir deney alanı gibi kullanır sanki. Zamyatin ülkesi Rusya’da gerçekçi diyebileceğimiz öyküler yazarken, Wells eserlerini Rusçaya çevirmesiyle, bilimkurgu/distopya türüyle tanışır, sonraki öykülerine fantastik öğeler katar, sonunda da Biz romanını yazarak 20. yüzyılın ilk distopya örneğini verir. Karel Čapek, hepimizin bildiği üzere RUR adlı metniyle “robot” kelimesini literatüre kazandırır, yine bilimkurgu türünü etkilemiş önemli bir isim. Dolayısıyla Kaç Rüyadır Uçamayanlar iddia ettiği uçuşun tarihini anlatan bir kitap. Yazarların bu uçuşu özellikle tercih ettiğini, çünkü tarihsel anlatının bilimsel gelişmeler üzerine şekilleneceği bir dönemin geleceğini sezerek, kendi zamanının ötesine geçmeyi iş edindiğini söyleyebiliriz. Uçmak, gerçekliğin olanaklarını zorlamak, zihnin sınırlarına mahkûm olmamak, demek bu yüzden.
Antolojideki yazarlara biraz daha yakından bakalım. H.G. Wells bilimkurgu ve fantastik öğeleri öyküde işleyen ilk yazarlardan biri. Eğer edebiyatın yansıtma olduğunu düşünseydi gördüklerini yazardı. Ama o öykü türünün gelişimi açısından önemli bir adım attı, gerçeği kırarak, bükerek, dönüştürerek gerçeküstüleştirerek anlattı, ya da gerçeküstü sanılanın gerçeği çarpıcı şekilde ortaya koymanın bir yolu olduğunu düşündü. Gerçeği yansıtmak için gerçeklikten vazgeçilebileceğini gösterdi bize. Zaman Makinesi’nin provası sayılan “Zaman Argonotları” ilerleme karşısında insanların gösterdiği ilk tepkiyi anlatır. Bilimin kendini gösterdiği bir dönemde dini düşünceyi yaşatmaya devam eden insanların şaşkınlığı… Bilimle dinin aynı yüzyılda birlikte yaşama deneyimine rağmen, zaman makinesini değil, ona bakışı yadırgayanların öyküsü “Zaman Arganotları”. “Kristal Yumurta”, “Gabriel Nasıl Thompson Oldu?” öykülerini de düşünürsek, üç öyküde de insan hepsi aynı insan. Hepsinde bilinmeyene gösterilen tepki, kabul edilmeyene duyulan şüphe, burjuva ahlakının ikiyüzlülüğü, açgözlülük, değişimi algılayamama, bu sebeple etik boyutu düşünememe… H.G. Wells aynı insanın karşısına sürekli onu zorlayacak meseleler çıkarıyor.
Zamyatin ise gerçekçi hikâyeler yazarak başlıyor. “Üç Gün” adlı novellası Bolşevik Devrimi öncesinde, 1904 yılında suya indirilen Potemkin Zırhlısı ayaklanmasını gün gün anlatır. Zırhlının limandan ayrılışıyla Odessa’ya varışı arasında geçen üç günü. Zamyatin yansıtmacı bir anlayışla kaleme alır, tıpkı bir tarihçi gibi… Gelgelelim Zamyatin’in sürgüne gönderilmesi, ardından İngiltere’ye gidip çalışma koşullarını görerek sanayileşmeden tiksinmesi onu değiştirir. H.G. Wells’in yazınıyla tanışması, sansürcü anlayışa maruz kalması onu bilimkurguya/fantastiğe yönlendirir. Yazdıkları gitgide bilimkurgusal trajediye dönüşür. “Mağara” ve “Yetişkin Çocuklar İçin İki Öykü”de dönemin insanlarını ve koşullarını alegori kullanarak hicveder. Doğrudan anlatma yerine gerçekliği yeniden üretme, çağrışımlara yol açma eğilimine başvurur. Öyküler boşluklarla, örtük biçimle anlatılır. Her modern öykü gibi eleştirelliğe yaslanır.
Kitap adını Čapek’in “Uçmayı Bilen Adam” öyküsünden almış. Pozitivizme duyulan kuşkunun öyküsü “Uçmayı Bilen Adam”. Açıklanamayana gösterilen bilim yanlı tepkilerin, her şeyi kategorize etme isteğinin, tanımlama arzusunun trajik sonu. Mümkün olanın sınırlarını çizen bilimin tarafsız olmayıp, insana uygun gördüğü kadar bilgi vermesi. Uçma yeteneğinin belli bir forma, kesinliğe sokulmaya çalışıldığında yitip gitmesi. Čapek ilerleme adına insanı sınırlayan, yoksullaştıran düzene, bilimi dinleştiren anlayışa yaşamı boyunca tepki duymuş bir yazar. “Uçmayı Bilen Adam”sa bu tepkinin dışavurumu. Hayatı kupkuru, mekanik bir şeye çevirmeye karşı, yaşamı anlamlandırma isteğiyse bir o kadar insani onun için. Her şekilde uçmanın önemini vurgular yazar, aklı duymak için kalbi susturmaya itiraz eder. “Kaybolan Bacak” ise kısmen gerçekçi bir öykü. Abartılı bir anlatımla gerçekliğin sınırlarıyla oynuyor. Yine “Kâhin” öyküsü de benzer bir üsluba sahip. 20. yüzyılın başlarında insanlığın kafasının ne denli karışık olduğunu görür, parçalanmış dünyayı insana bakarak izleriz.
Henry James başta da söylediğimiz gibi üç yazardan ayrılır. Öykü türüne bakış açısı tekniğini getiren James hileli bir öykü kurar. Ayakları yere basıyor gibi görünen öyküyü “canavar” metaforuyla fantastikmiş gibi gösterir, oysa canavar ötekileştirmeyi simgeler. “Ormandaki Canavar” anlatım tekniğiyle öykü türüne çok şey katan bir metin. Diğer yandan karakterlerin gözünden de anlatılsa, o gözlere toplumsal bakış açısının nasıl bulaştığını, kendine başkalarının gözünden bakmanın trajedisini ima eder. Kitabın önsözünde de belirtildiği gibi Henry James’le birlikte gerçeküstünün de gerçeğin de insan zihninde başladığını görür, uzun bir uçuştan sonra ormanda soluklanırız.
“Yüzleşeceğinize, kaçıyorsunuz,” diyen sestir o.
Bence yakalanma vakti!
Kaynak: Kaç Rüyadır Uçamayanlara H.G. Wells, Y. Zamyatin, K.Čapek ve H. James’ten Öyküler, Yayıma Hazırlayan: Arzu Eylem, Notebene Yayınları, 2020. Sayfa Sayısı: 198
edebiyathaber.net (9 Aralık 2021)