Arjantin’in en büyük yazarlarından Julio Cortázar’ın eserleri fantastik öğeler, büyülü gerçekçilik ve alışılmamış kurgu yapılarıyla dünya edebiyatını derinden etkiledi. Cortázar’ın tüm öykülerinin ilk bölümünün toplandığı “Ötekinin Rüyası” Süleyman Doğru’nun titiz çevirisiyle Aralık 2016’da Can Yayınları tarafından Türkçede ilk kez yayımlandı. Yazarın birbirinden büyüleyici öykülerinden oluşan “Cinayeti Gördüm” ve “Mırıldandığım Öyküler” seçkileri daha önce ülkemizde Can Yayınları tarafından Nihal Yeğinobalı ve Tomris Uyar’ın çevirileriyle yayımlanmıştı.
Bu öyküleri bir araya getirme sebebini “Bir arada bulunmayı hak ettiklerine hiç kuşku yok, çünkü her birinin hayal kırıklığı bir sonrakinin ortaya çıkma hevesini büyüttü” diye açıklıyor Cortázar.
Edebiyat dünyasını derinden sarsan ‘Seksek’ adlı deneysel romanı Cortázar’ın başyapıtı sayılsa da, Mario Vargas Llosa’nın kitabın önsözündeki “Cortázar esas devrimi öyküleriyle yaptı. Daha sessiz ama daha derin ve kalıcı!” sözlerine kulak vermemizde fayda var. Dostu Cortázar’ın ölüm haberini almasıyla başlayan bu önsöz Cortázar’ı yakından tanımak isteyenler için adeta bir kılavuz niteliğinde.
Bir başucu eseri olan Ötekinin Rüyası, yarı rüya yarı gerçek sersemletici bir yolculuğa çıkarıyor okurlarını. Öylesine bir yolculuk ki bu, okur her öyküyü okuyup bitirdiğinde az önce görülen capcanlı rengârenk bir rüyadan gerçek hayata uyandığımızdaki o sersemliği, sarhoşluğu yaşıyor. Hep bir muallakta kalma duygusuyla soruyor kendine: Okuduklarım rüya mıydı gerçek miydi? Ama nasıl ki bir rüyayı sorgulamaz, tüm olağandışılığı, gerçeküstülüğüne rağmen olduğu gibi kabul edersek, tıpkı öyle kabul ediyoruz Cortázar’ın bize sunduğu bu armağanları.
Büyük bir yazar olmasının yanı sıra fotoğraf sanatçısı da olan Cortázar bir röportajında öykü ve roman arasındaki farkı öyküyü fotoğrafa, romanı sinemaya benzeterek anlatır. Gerçekten de öykünün anlatmadan gösterip, arada bıraktığı boşluklarla okuyucusunu kendi içine çekmesi, fotoğrafın da sadece seyirci kalmayıp, görünmeyeni gösterip izleyicisini kendine çekebilmesi gerekir. Öykü ‘anlatırsa’, fotoğraf ‘seyirci kalırsa’ tüm gücünü yitirir. Cortázar’ın belki de en tanınan öykülerinden olan “Şeytanın Salyaları” çarpıcı ve tedirgin edici yapısıyla bu benzetmeyi eşsiz biçimde ortaya koyuyor. İspanyolca orijinal adı “Las Babas del Diablo” olan öykü Michelangelo Antonioni tarafından beyazperdeye uyarlanmış, 1967 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülü almış ve ülkemizde “Cinayeti Gördüm” adıyla gösterilmişti. Genç bir delikanlı ile ondan yaşça hayli büyük bir kadının Paris’te kuru yapraklı bir ağaç altındaki kısacık, gizemli, tedirgin buluşmalarını gizlice kadraja yerleştirip deklanşöre basarak anlık bir zaman dilimine hapseden bir fotoğrafçının ve fotoğraf karesinin öyküsüdür bu. Öykünün, tıpkı fotoğraf gibi, önceden tasarlanmış tutumlu bir sınırlamayı gerektiren ve fazlalıkları affetmeyen yapısını, fotoğrafçının objektifinden, kadrajından, karanlık odadaki film banyosundan aktarır bize. Roberto Michel fotoğraf karesini her büyüttüğünde arka planda daha önce fark etmediği bir ayrıntıyı – gerçeği – fark eder.
Ötekinin Rüyası, yazarın erken dönem öykülerinin yer aldığı “Öteki Yaka” adlı ilk kitapla başlıyor. İntihaller ve Çeviriler, Gabriel Medrano Öyküleri ve Astronomiye Giriş “Öteki Yaka”yı oluşturan bölümler. Bu bölümdeki öyküler adeta gündüz görülen düşler gibi. Telefon Çalıyor, Delia’da Sonny’nin gerçekten ölüp ölmediğini, Remi’nin Derin Öğlen Uykusu’nda infazın rüya mı gerçek mi olduğunu sorguluyor okur kendi kendine.
Julio Cortázar’ın akromegali hastalığı olduğu, tıpkı “Büyüyen Eller” öyküsünün kahramanı Plack gibi büyümesinin hiç durmadığı ve öldüğünde 2,14 metre boyunda olduğu söylenir. Bir hastalık ancak bu denli sahici ve gerçek, bu denli fantastik ve gerçek üstü anlatılabilirdi. Okurken, tıpkı Plack gibi, ellerimin büyüdüğünü, karıncalandığını hissettim doğrusu.
Bilimkurgu ve fantastik öykülerden oluşan “Astronomiye Giriş” bizleri yıldız kümeleri ve galaksiler arası bir yolculuğa çıkarıyor. Kendimizi kâh Faros Gezegeni’nin başkenti 956’da kâh takımyıldızları ve galaksileri temizleyip pırıl pırıl parlatan Yıldız Temizleyicileri Şirketi’nde buluveriyoruz.
Hayvan Hikâyeleri ve Gizli Silahlar kitabın ikinci ve üçüncü bölümleri ve nisbeten daha uzun öykülerden oluşuyor. Cortázar gerçek üstü öğeleri su katılmamış bir gerçeklik gibi sunuyor okurlarına. Bu bölümdeki “Ele Geçirilmiş Ev”, “Paris’teki Genç Bir Hanımefendiye Mektup”, “Otobüs” öyküleri tedirgin edici, nefesimizi tutturup bizi sürekli diken üstünde tutan, huzursuz edici öykülerden. Bir bakıyoruz hayatımız ve yaşadığımız ev ansızın bilinmez güçler tarafından ele geçirilmiş, bir bakıyoruz 168 Numaralı otobüse binmiş, son durağa varıp varamayacağımızın tedirginliğini yaşıyoruz. Bazen de kendimizi öykünün kahramanıyla birlikte küçücük, bembeyaz tüylü tavşanlar kusarken buluveriyor ve buna hiç şaşırmıyoruz. Çocukken hep 62’den tavşan yapmayı öğrendik, oysa minik bembeyaz tüylü tavşanlar boğazımıza iki parmağımızı sokup kusmamızla da pekâlâ doğabiliyorlarmış Cortázar’ın dünyasında.
Ötekinin Rüyası’nda yer alan son bölüm “Oyunun Sonu” birbirinden gizemli ve keyifli öykülerin yer aldığı klasik Cortázar öykülerini içeriyor. Kitaba adını veren “Ötekinin Rüyası” adlı çarpıcı öykü de bu bölümde yer alıyor. Aksolotl, Oyunun Sonu, Zehirler, Mainad’lar, Nehir bana göre en etkileyici öykülerden.
Cortázar eserlerinde ‘bayağı gerçeklik’ kavramını sorguluyor ve sorgulatıyor okura. Alışılmış, basmakalıp gerçekliğin dışında, ‘başka türlü ve başka gözle bakmanın’ yolları olduğunu hatırlatıyor.
“Geri kalan akvaryumlarda, farklı balıklar bana bizimkilere benzeyen güzel gözlerinin basit sersemliğini gösteriyorlardı. Aksolotlların gözleriyse bana farklı bir hayatın, başka bir bakma biçiminin varlığından bahsediyorlardı.”
Cortázar’a göre iki tip okur var: Dişi okur ve yardakçı/işbirlikçi okur. ‘Dişi okur’ fişi içine alan priz misali sadece rahat koltuğuna gömülüp yazarın aktardığını okumakla yetinen ve çözümü yazardan bekleyen okur. ‘Yardakçı/işbirlikçi okur’ ise yazarın içinden geçtiği deneyime ortak olup onun çektiği tüm ıstırabı, sancıları çekip aynı biçimde ve aynı anda paylaşabilen, sürece dâhil olan okur. Nasıl ki dünya edebiyatının doruğu sayılan, dilin sınırlarında gezinen ‘Seksek’ okuru gökyüzüne ulaşmak için bir oyuna davet ediyorsa, ‘Ötekinin Rüyası’ da yardakçı, işbirlikçi okurları diken üstünde, yazarla aynı sancıları çekerek ve gerçekliği sorgulayarak okumaya davet ediyor. Aksolotl’u okurken kendinizi Jardin des Plantes’teki bir akvaryumun camına yapışmış, sabit bakışlı, Aztek suratlı bir Aksolotl gibi hissettiyseniz (ben kesinlikle bir Aksolotlum dedim kendi kendime), Nehir öyküsünü bitirdiğinizde kahramanın nehirden çıkarılan çıplak, ıslak bedenini ve açık kalmış gözlerini üzerinizde hissedip ürperdiyseniz, Carlos Dayı’nın Karınca Öldürme Makinesi’nden çıkan dumanlar mavi yasemin gibi sizi de zehirleyip boğduysa siz de o yardakçı, işbirlikçi okurlardan birisiniz.
Cortázar’ın boksu çok seven bir yazardan aktardığı, öykü ve roman konusunda sıkça kullanılan o sözü biliriz: “Roman sayıyla kazanır, oysa öykünün nakavt etmesi gerekir.” Cortázar tıpkı bir boks maçının ringinde hissettiriyor okura kendini. Yazarın art arda gelen kroşeleri öylesine güçlü, öylesine ani ve beklenmedik ki, sersemleyip kâh ringin köşelerine kâh halatlarına savrulmuş buluyoruz kendimizi. Elbette her öykünün sonu kaçınılmaz bir ‘nakavt’.
“Cortázar okumamış insan bir kader kurbanıdır. Eserlerini okumamak korkunç sonuçları olan, sinsi ve ölümcül bir hastalıktır. Hiç şeftali yememiş bir insanın durumu gibi” der Pablo Neruda. Ötekinin Rüyası kader kurbanı olmak istemeyenler için güzel bir başlangıç, şeftali tadında bir edebiyat şöleni.
Sibel Gögen – edebiyathaber.net (8 Şubat 2017)