2013 yılında yayımlanan Şebnem İşigüzel’in romanı Venüs, geçtiğimiz aylarda Notre Dame De Sion Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Bu vesileyle yeniden gündeme gelen Venüs’le ilgili söylenecek daha çok şey olduğunu gördük.
Şebnem İşigüzel’in Venüs’ün alt başlığında söylediği gibi, roman “Bir aile tarihçesi, bir yaşamöyküsü” anlatıyor. Bunları anlatırken toplumsaldan kişisele, politikadan duygulara bir ailenin hayatından neler geçmişse onlara da değiniyor. Hayata bizi bağlayan ilk bağ “Göbek Deliği”yle aynı zamanda kitaba bağlanıyoruz; roman bu bölümde ustalıkla kurulmuş metaforlarla başlıyor. Bu bölümü okurken Borges’in sorusu kafanızda canlanıyor, “Adem’in annesi yoksa göbek bağı neden var?”
Romanın başkarakterinin doğum hikâyesi aslında laf lafı açarak doğamama hikâyesine dönüşüyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan roman, sonsuz bir hayata (acıya da diyebiliriz) mahkûm edilmiş Nergis’in hikâyeleriyle daha da gerilere, saray entrikalarına, cariye çekişmelerine kadar gidip bizi çepeçevre saran bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Romanda sadece zaman yolculuğunu çıkılmıyor, mekânlar da birdenbire -ama okurun nerede olduğunu karıştırmayacağı şekilde- incelikle değişiyor: Çocukluğun bahçesinden akıl hastanesinin bahçesine bir çiçek kokusuyla geçer gibi, bir anı başka bir anıyı çağrıştırıyor ve biz kendimizi hikâyeden hikâyeye geçerken buluyoruz. Bu anlamda Venüs adeta bir gergef görevi görmüş ve anlatılanlar sanatın kendisine dönüşmüş.
Ailenin hikâyeleri anlatılırken söz Ermeni soykırımına, Osmanlı sarayına, topraklarından koparılarak getirilip hadım edilen çocuklara, Tanzimat döneminde ortaya çıkan aydın profiline de geliyor. Ancak roman yalnızca bu acılara değinmekle kalmıyor, onların gündelik hayatlarımızı nasıl etkileyip belirlediğinin de ipuçlarını veriyor. Yine de Venüs, yazarın da belirttiği ve ilham aldığı gibi, her şeyden önce bir kadın hikâyesi: Latife Tekin’in Muinar’ında çeşitli rolleri, görevlendirilmeleri, mecburiyetleri, algılanması, kimliklenmesiyle gördüğümüz kadın halleri, bu romanda genişleyen bir anlatımla bambaşka ve bütün halleri kapsayan bir örneğe dönüşüyor. Okur olarak biz de başkarakter ve etrafındaki kadınlarla dünyayı ve dönemleri dolaşıyor, değişmeyen ve değişen her şeye tanıklık ediyoruz. Bu esnada kendi etrafımızdaki kadınlardan, kendi tecrübelerimizden yol alıyoruz.
Okura çok katmanlı bir anlatım sunan, alımlama estetiğiyle onu avcuna alan bu roman adeta ince ince örülmüş bir dantel, parçaları iyi birleştirilmiş sağlam bir maket, tali yollarla zenginleşen bir anayol… “‘Venüs’ demişti Şekina (…) ‘Yolunu kaybetmişlere, serserilere, asilere, delilere, isyancılara, âşıklara, hacılara, şifacılara, katillere, içinde taşıdıkları elem ve kederle şu dünyaya sığamayanlara, yalnızlara, kimsesizlere, sesinden başka ses duymayan gariplere, hayalperestlere, putperestlere, körlere, dilsizlere, korkaklara, cesurlara, mahlukatlara, görünmeden aramızda dolananlara, hayallerin peşinden koşanlara, hakikatlerin kölesi olanlara, pişmanlara, utanç içinde kıvrananlara, suçlulara, masumlara, fakirlere, zenginlere, dişilere, erkeklere, iki cinslilere, iki cins arasındakilere, çirkinlere, güzellere, bütün âleme yolunu gösteren Venüs.’” Başkarakterin halası Şekina’nın bu cümleleri, belki de romanı anlatmak için en doğru cümleler… “İçimizde toprağın altında saklanan tohumlar gibi hisler, marifetler mevcuttur,” diyen yazarın kitabı da toprağın altı gibi, bereketli, gizemli, güven veren, canlı ve canlandıran… Yıldızlardan topraktaki tohuma kadar her şeyin romanı Venüs…
Ayla Duru Karadağ – edebiyathaber.net (3 Ağustos 2015)