Bütün toplumlarda bir kadının ne yaptığına dair ataerkil mitoloji neredeyse incelenmeden varlığını sürdürmeye ve kadınların yaşamlarını şekillendirmeye devam etmekte. “ ‘Okuldan çıkınca ne yapacaksın?’ ‘Ah, tıpkı diğer kadınlar gibi, sanırım bir ev ve aile istiyorum’ – bu iyi, peki bu ev ve aile nedir? Baba işte, anne evde, iki çocuk… Toplumun normal olduğunu ilan ettiği ve normatif olarak dayattığı ailedir bu. Kadınların yüzde doksan üçü bu şekilde yaşamıyor. Bunu yapmıyorlar.” Bunu isteyenlerin, bunun tek gerçek kaderi olduğuna inananlar olduğunu söylüyor gençlere Le Guin 1980’deki bir mezuniyet konuşmasının satır aralarında. Konuşmanın üzerinden koskoca kırk yıl geçmesine rağmen bir şeylerin hala yanlış gittiğini görmek bir kadın olarak çok üzücü. Bir çemberin içinde dönüp duruyoruz sanki. Marsa yolculuğa hazırlandığımız bir zamanda, yaşadığımız onca gelişme ve değişime rağmen nasıl değişmez kadının hayatı?
“Kadınların birbirleriyle ve erkeklerle kendi bildikleri şekilde çalıştığı her yerde, kadınların ve erkeklerin değer kavramının eril tanımlarını birlikte sorguladığı, toplumsal cinsiyet iltimasını reddettiği, dayanışmayı desteklediği, saldırganlığa sırt çevirdiği ve daima özgürlüğü aradığı yerde feminizm var olmaya devam eder ve edecektir.” diyor Ursula Le Guin. Eril tanımlama hayatın tüm anlamlarının içine sızmıştır tarih boyu. Kurtulmanın yolu yok mudur bu zihniyetten? Çare nedir? Asıl mesele toplumun biçtiği rollerdir bana göre. Kadın erkek için biçilen roller, insan olmak için biçilmiş olsa hiç sorun çıkmayacaktır. Bir şeyleri değiştirmek istiyorsak bunu oturduğumuz yerden yapamayacağımız da bir gerçeklik olarak karşımızda (tarih boyunca olduğu gibi) durmaktadır.
Ruth Bader Ginsburg’ün hayat hikâyesinin yanı sıra kadın hakları için verdiği mücadelenin ele alındığı yönetmeninin de kadın olduğu Eşitlik Savaşçısı filmindeki Harvard dekanının kadın öğrencilere, ‘bir erkeğe ait olan yeri neden işgal etmek istediğinizi açıklayın’ repliği erkeklerin geçmişteki bakış açısını ortaya dökme açısından çok vurucu. Erkeğe ait olan yer. Peki, nereleri kadına ait? Kim belirliyor bunu? Oysa tarih boyunca mücadele eden kadınların tek istediği birlikte eşit bir yaşam değil mi? Fakat tarihin akışkanlığında, değişen şeyler o kadar az ki. Bu yüzden de bir türlü bitmiyor kadının mücadelesi. ‘Sağduyu bütün hukukun ruhu olmalıdır’ diye yazar filmdeki mahkeme salonunda. Ruth’a da ilham veren budur. Ama bence sağduyu, toplumun ruhu olmalıdır. Bu ruhun da üflediği dil; kadın dilidir, doğanın yaratıcısı tabiat ananın dilidir.
Gri elbiseli uzun boylu, sıska siyah bir kadın, kas gücünü göstererek kürsüden “Ve ben kadın değil miyim? Bana bak! Koluma bak!” diyegür bir sesle haykırıyor yüzyıllar öncesinden. “Bir sürü çocuk doğurdum ve hepsinin köleliğe satıldığını gördüm ve annemin kederiyle haykırdığımda, İsa dışında kimse beni duymadı! Kadınların erkekler kadar haklara sahip olamayacağını söylüyorsunuz. Çünkü Mesih bir kadın değil! Mesih’iniz nereden geldi?” Sesini daha da yükselterek tekrarlıyor, “Mesih’iniz nerden geldi? Bir kadından!” Sonra konuşmasına devam ediyor. “Bu konu hakkında birkaç söz söylemek istiyorum (sadece birkaç söz). Herhangi bir erkek kadar kasım var ve herhangi bir erkek kadar iş yapabilirim. Sizden çok fazla hak alacağımızdan korktuğunuz için bize haklarımızı vermekten korkmanıza gerek yok. Kendi haklarınıza sahip olacaksınız. Kadınlara haklarını verin. O zaman daha iyi hissedeceksiniz kendinizi… Okuyamıyorum ama duyabiliyorum. İncil’i duydum ve Havva’nın insanın günah işlemesine neden olduğunu öğrendim. Kadın dünyayı kızdırırsa, ona tekrar düzeltmesi için bir şans verin.” diyor New York Eyaletinde, köle olarak doğmuş Sojourner Truth, doğaçlama olarak yaptığı bir konuşmasında. Öyle bir güçlü sesle söylüyor ki bunu kendi gibi köle olan tüm seslerin koro şeklinde bağırması gibi. Aynı kaderi paylaştığı kadınların sesi onun sesinde hayat buluyor adeta. Tarih de unutmuyor onu. Köleliğin ortadan kalkmasında ona rol biçiyor, tarihe kaydediyor, gerçi ne gerek var tarihin biçmesine o zaten kendi repliğini çok iyi biliyor. Eril tarihin sayfalarında yer almak gibi bir amacı da yok zaten. Kaslarını gösterirken ne farkımız var diyor erkeklere. Nasıl doğurarak sürekliliğini sağlıyorsak dünyanın, düzeltmesini de biliriz biz.
Kadınların yaşamı tam bir yapboz, sürekli iyi gitmeyen bir şeyler var. “Hak verilmez, alınır” sözü sadece bizim için geçerli galiba. Konuştuğumuzu anlamayan toplum… Sahne farklı, hikâye farklı ama roldeki kadında hep bir hak mağduriyeti var. Bir terslik var bu işte. Herkes görüyor, ne yapılacağını söylüyor. Ama en fazla konuşan da mağdur olmayan erkekler.
Ataerkil toplumun sunduğu dilden kendini kurtararak, dilin öznesi olma imkânını arayan Le Guin; “Umarım uzaklara kendi gözünüze bakarsınız ve kendi gücünüzü görürsünüz. Umarım gücünüzü erkeklerden ya da bir erkekten almaya çalışmazsınız. Umarım kendi ruhunuzu alır ve yaratırsınız. Makinede dişli olmak veya başkaları tarafından manipüle edilen bir kukla olmak istediğiniz şey değilse, bir kadın olarak kendi deneyiminizi kabul ederek ne istediğinizi, ihtiyaçlarınızı, arzularınızı, gerçeklerinizi, güçlerinizi öğrenebilirsiniz. Erkeklerin çizdiği haritalarda, çoğu kadının yaşadığı muazzam bir beyaz alan, bilinmeyen yer var. O ülkeyi keşfetmek, yaşamak, tarif etmek tamamen sizin elinizde.” diyor. Evet, her şey bizim elimizde, erkeklerden hak istemeyi bırakalım artık. Sadece kendimizdeki gücü tanıyalım. Artık bize biçilen rolü değil, kendi istediğimiz rolü oynayalım hayatta.
“Kadınların sessizliğinden bıktım.” diyor yazar. “Tüm dilleri konuştuğunuzu, deneyiminizi gerçeğiniz olarak sunduğunuzu, insan gerçeği olarak, çalışmaktan, yapmaktan, bozmaktan, yemek yemekten, yemek yapmaktan, beslenmekten ve hayat vermekten bahsettiğinizi duymak istiyorum. Düşünme hakkında; kadınların ne yaptığı hakkında; erkeklerin ne yaptığı hakkında; savaş hakkında, barış hakkında; düğmelere kimin bastığı ve hangi düğmelere basıldığı ve düğmelere basmanın uzun vadede insanlar için uygun bir meslek olup olmadığı hakkında. Hakkında konuştuğunuzu duymak istediğim çok şey var. Erkeklerin sahip olduklarını istemiyorum” diye de ekliyor gri elbiseli siyah kadın gibi. Aslında hakkımız olanı istediğimizin altını çizmek istercesine. “… İşlerini yapmalarına ve konuşmalarını söylemelerine izin verdiğim için mutluyum. Ama onların bizim haklarımız hakkında düşünmelerini veya konuşmalarını istemiyorum. İşimizi, sözlerimizi bizden almasınlar. Yapabilirlerse, isterlerse bizimle çalışsınlar ve bizimle konuşsunlar. Hepimiz kadın dilini konuşabiliriz birlikte. Dünyadaki en gerçek varoluş biçimimiz olan o dili duymaya ve konuşmaya çalışabiliriz. Kadınlar konuştuğunda birçok erkeğin ve hatta kadının korktuğunu ve kızdığını biliyorum. Biz volkanlarız çünkü.” Ne kadar doğru ifade ediyor Ursula Le Guin. “Sizi duymak istiyorum. Sizi birbirinizle ve bizimle konuşurken dinlemek istiyorum: ister bir makale ya da şiir yahut mektup yazıyor olun, ister ders veriyor, ister arkadaşlarınızla konuşuyor yahut bir roman okuyor veya bir konuşma yapıyor, yasa tasarısı sunuyor, hüküm veriyor, bebeğe ninni söylüyor, ulusların kaderini tartışıyor olun, ben sizi duymak istiyorum. Kadın diliyle konuşun.(Bu dile anadil diyor yazar.) Çıkın ve bize saatin gecenin kaçı olduğunu söyleyin! Yeniden sessizliğe gömülmemize izin vermeyin. Şayet biz hakikatimizi dile getirmezsek kim getirecek? Çocuklarım ve çocuklarınız için kim konuşacak?” diye bitiriyor mezuniyet konuşmasını.
Konuşmazsak ‘ben kadın değil miyim? Bana bak! Koluma bak!’ diye bağıran Sojourner Truth’ın yüzyıllar öncesinden gelen sesini kısmaz mıyız? Adı Olmayan Don Kişot kadınlara haksızlık etmez miyiz? Bizim için mücadele eden onca kadını tarihin tozlu sayfaları arasına hapsetmez miyiz? Eril tarihin tekrar yazılmasına izin mi vereceğiz? Var olan eril tarihin içinde “olmamız gereken” yere ilişmek olmamalı bizim derdimiz zaten. Yeniden üretmek, görünür olmak ve tarihi yeniden kendi dilimizle yazmak için hepimiz Le Guin’in dediği gibi konuşmak zorundayız. Anadilimizle; birlikte inşa edeceğimiz dünyayı yeniden yaratmak vetarihin tekrarlanmaması için konuşmaya devam etmek zorundayız. Ama hiçbirimiz tek yaşamıyoruz bu dünyada. Lao Tzu: “Tek başına bir Yin doğamaz ve tek başına bir Yang büyüyemez,” diyor. İnsan olmak için başka insanlara ihtiyacımız var biliyoruz. Erkek kadın birlikte var olmak zorundayız doğanın dengesi için. Ama bu denge eşitlikten geçmiyor mu?
“Kadınlar, kadın olarak kaldıkları sürece, erkek egemen düşüncesiyle oluşturulmuş bir toplumda, insanın insanoğlu diye adlandırdığı, tanrının erkeklerin diliyle konuştuğu, tek gidilebilecek yönün ileri, daima ileri olduğu toplumdan, zaten büyük ölçüde dışlanmış durumdalar. Bu onların ülkesi, biz kendimizinkine bakalım.” Onların dünyasından değil, kendi dünyamızdan ses çıkaralım artık. Eğer biz kendi dünyamızda güçlü olmazsak onların dünyasında hiçbir zaman var olamayacağız zaten. Biz kadınlar deneyimlerimizi ve gerçeğimizi, insan gerçeği olarak sunduğumuzda tüm haritaları değiştirir ve yeni dünyalar yaratabiliriz. Artık bunun zamanı gelmedi mi? Birbirimizi anlamaya, kendi sesimizi duymaya daha çok ihtiyacımız var şimdi. Her şeye rağmen “ben” diyebilmek için bunu başarmak zorundayız. En çokta tabiat ana için, uzay gemisine giden nine için, Don Kişot kadınlar için.
Kaynaklar:
Ursula Le Guin, Dünyanın Kıyısında Dans, İthaki Yayınları
Byrn Mawr Mezuniyet konuşması 1986
Havanur Taflan – edebiyathaber.net (1 Ekim 2020)