Murathan Mungan’ın derlemiş olduğu, dünya öykücülerinin kaleminden kadınlığın türlü hallerini, düşüncelerini ve duygu durumlarını yansıtan öykülerin yer aldığı “Kadınlığın 21 Hikâyesi”, Metis Edebiyat tarafından yayımlanmış seçki.
Eser, kadınlık anlarının ve sorunlarının yazıya dökülmesiyle oluşmuş bir dizi hikâyenin derlenmesiyle ortaya çıkmış. Mungan’ın cümleleriyle tanıtırsak: “Bunlar yalnızca hikâye, tıpkı yaşarken olduğu gibi, bu hikâyelerin içinden geçerken olduğu gibi… Birçok şeyin farkında olmadan, adını koymadan, anlamını bilmeden yaşayıp gittiğimiz anlar gibi…”
Ünlü yazar, edebiyatın gücünü; “Öğrenmiş gözlerle bize hayatı yeniden iade etmek” olarak niteliyor ve kadınlık üzerine yazılmış bu öykülerle de okuyucuya yaşanmışlıkları aktarırken bir çeşit tecrübe kazandırma niteliği de olan hikâyeleri sunuyor.
Çoğu dünyaca tanınmış, kiminin dilimize çok az öyküsü çevrilmişken kimiyle ilk kez Türkçe’ye çevrildiği için yeni tanıştığımız güncel yazarların yanı sıra Marquez ve Bukowski gibi erkek yazarların özel olarak seçilmiş öykülerinin farklı bir renkte karşımıza çıktığı kitap, öykü konusunda okuyucunun damak tadına fazlasıyla hitap ediyor.
“Edebiyatın gücü, sahibinin hikâyesini aşar” diyen Mungan, bu özel derlemesiyle farklı güçte bir seçki oluşturmuş. Öykülerin tamamı birbirinden kaliteli ve sürükleyici…
Kitabın ilk öyküsü, bir erkeğin gözünden tüm çıplaklığıyla kadınlığın özel sorunlarından birinin dile getirilmesiyle eril cinsin duyarlılığına olumlu bir örnek teşkil etmesi bakımından önem taşıyor: “Yani şu anda bunun içinde (sigarada) mentol ve güherçile var öyle mi?… İkisi de anti – afrodizyak… Evet. Sen şu anda çift doz alıyorsun.” (Son Perde-Roald Dahr)
İlgisiz ve bencil Rus eşini aldatmak zorunda kalan Alman kadının yaşadıklarının rastlantılar sonucu üç nesil sonraki torununun yaşamını etkilemesini anlatan öyküsüyle Judith Hermann ırk, dil farklılığı gözetmeksizin tüm coğrafyalarda kadınların ruhsal ihtiyaçlarının aynı olduğunu sezdiriyor: “Dünya denizlerinin suyu kocaman, yeşil bir dalga halinde terapistin çalışma masasının üzerini kapladı, terapisti koltuğundan çekip aldı,…sular şarıldadı, köpük köpük dağıldı,…ve hikâyeleri alıp sürükledi, sessizliği ve mercanları da, onları yeniden yosun ormanlarına taşıdı, midye kolonilerine, denizin dibine. Havayı içime çektim.” (Kırmızı Mercanlar)
Bir evliliğin sona ermesine neden olan aşklarının, bir çifti bu kez huzurun kollarına alışının anlatıldığı bir öykü var sırada. Âşık çiftin, birbirlerinden önceki yaşamlarının tüm huzursuzluğunu birliktelikleriyle âdeta tedavi etmelerini yansıtan Hanif Kureishi’nin öyküsü, onların yeni hayatlarından kesitler veriyor: “Macit, daha önce edebiyatın, aslında kültürün tamamının yaşamın kutlanması olduğunu söylemişti, hatta her şeye duyulan sevginin bir ifadesiydi… ‘Beni şaşırtan insanların hırsları ya da bencillikleri değil. İnsanların hayattan ne kadar az şey bekledikleri. Ne kadar önemsiz isteklerde bulundukları, deneyim açlığını bastırmak için giriştikleri zahmetler.” (Kız)
Katherine Mansfield’in hikâyesinde, çaresizliğin, işsizliğin ve açlığın sınırına gelmiş bir kadın kontraltonun (*) üzerinden dünya tarihi boyunca yaşamın kadınları getirebileceği o son nokta, okuyucuyu da çaresizliğe sürüklercesine öyküleniyor: “Miss Moss kıpkırmızı oldu, başının tam tepesindeki bir damarın, kalbinin atışına uyarak şişip inmeye başladığını duydu… Miss Moss neşeli bir kahkaha attı, kendi de şaştı bu kahkahasına. Beş dakika sonra iriyarı adam ayağa kalktı. -Evet, ben mi sizinle geliyorum, yoksa siz mi benimle geliyorsunuz?” (Resimler)
Bunalıma girmiş bir kadının evliliği süresince üç öğün yemeği kocasıyla yemek zorunda kalmasının sıkıntısını anlatan Doris Dörrie, kadının evliliğindeki mutsuzluğunu ve buhranlarını, kocasının yemek yeme şekliyle sembolleştiriyor: “Ben gerçekten denedim. Bütün gücümle denedim. Ona, kendisini sevdiğimi söyledim… Daha sonra çatalını aldı. Patates püresi, ıspanak ve yağda yumurta. Gerisini hatırlamıyorum. Mahkemede bana plastik torbaya konmuş uzun bir bıçak gösterdiler.” (Çatal ve Bıçakla)
Sürükleyici anlatımıyla bu kez bir Bukowski öyküsü, kadın bunalımlarından birine tanıklık ettiriyor okuyucuyu. Ebeveynleriyle sorunlu bir aile yaşamı geçirmiş bir kadının erkekler tarafından sadece güzelliği için istenmesinden duyduğu rahatsızlık sonucu, güzelliğine zarar vermesine neden olan bir psikolojik bozukluğa yakalanmasını anlatıyor Charles Bukowski. Ve bu genç ve güzel kadın, erkeklerden alması gereken intikam duygusunu, kendi bedenine eziyet ederek dışarıya yansıtıyor: “İnsanlar beni güzel olmakla suçluyorlar, gerçekten güzel miyim sence?… Cass elini çantasına soktu… Uzun bir saç iğnesi çıkardı. Davranmama fırsat tanımadan iğneyi yandan burnuna geçirdi… Yine öpüştük. Sessizce ağlıyordu. Gözyaşlarını duydum.” (Kasabanın En Güzel Kızı)
Adıyla Sodom ve Gomore’ye atıfta bulunan bir öykü de kadınsal hayal kırıklıklarının uç noktalarda onarılmaya çalışılmasının bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın sonu gelmez açlığını, duygu ve sevgi eksikliklerini bu kez Ingeborg Bachmann öyküleştirmiş. Eşinin kendisini yönetmeye çalışmasından ve bencil cinselliğinden uzaklaşarak mutluluğu lezbiyen ilişkide bulacağını düşünen bir kadın kahramanın hayal kırıklıklarını anlatıyor yazar. Öykünün en ilgi çekici ve trajikomik yönü ise kadının, eşinde eleştirdiği özellikleri kadın partnerinin üzerinde kendisinin uygulama hayalleri kurarak rahat edeceğini düşünmesi: “Birbirlerine karşı sevecenlikler icat etmede örneğin bir yıldızdan, bir fidandan ve bir taştan daha becerikli olması gereken insanların, acınacak durumda bulunmalarına ikide bir şaşıp kalmıştı Charlotte… Artık anlamını öğrenmişti sevginin, ama ne pahasına!” Gomore’ye Bir Adım)
Italo Calvino ise yine mutluluk, güven ve eşitlik arayışı içindeki bir kadının, kocasını ilginç ve masum bir şekilde aldatarak rahatlama şeklini satırlara dökmüş: “Stefania, artık geri dönemeyeceği bir şeyin gerçekleştiğini anlamıştı. Erkekler arasında, gececinin, avcının, işçinin arasındaki bu yeni davranış biçimi, onu değişik kılmıştı. Kocasını aldatması buydu, onların içinde, böyle onlarla eşit biçimde olmasıydı.” (Evli Bir Kadının Serüveni)
Seçkinin sürükleyici favori öykülerinden biri ise en sonda yer alıyor. Elsa Morante, kadınların bu kez kendi cinslerinden gördükleri düşmanlığın en klasiğini, oldukça etkileyici bir şekilde ele alıyor. Ürkütücü bir kayınvalidelik hikâyesiyle bitiyor kitap. Kırsalda bir evde geçen olay ve yer yer dindar unsurlarla süslenmiş anlatım, öykünün temasıyla bütünlük gösteriyor. Bulutlu, sisli bir hava, koyu yeşil yosunların uğursuz ıslaklıkları ve beyaz badanalı nişlerin üzerindeki tahta ermiş heykelciklerine eşlik eden başarılı betimlemeleriyle öykü, hüzünlü olduğu kadar öfkeli bir iz bırakıyor üzerinizde: “Bütün gece nine, kemikleri karıncalanarak orada öylece kaldı. Irmağın yankılanan çağıltısını duyuyordu; tansökümünde çağıltıyla birlikte suyun yankılı uğultusu da içeri doldu.” (Nine)
“Kadınlığın 21 Hikâyesi”, tüm dünyada belki de asırlardır yaşanan kadın sorunlarının çoğuna parmak basması bakımından önem taşıyor. Coğrafyalar değişse de beklentileri değişmeyen dişil cinsin sorunlarının çeşitli yazarlarca hikâyeleştirilerek ortaya konması ve her birinin özenli bir inceleme sonucunda bir araya getirilmesi; kadın sorunlarına dikkati çekmenin edebî ve anlamlı yollarından… Kimbilir, bu tarz eserler belki bir gün tüm kadın öykülerinin mutlu sonla bitmesinin küçük birer başlangıç nedeni olabilirler.
(*) kontralto: Klasik müzikte kadın seslerinin en kalını (en derini) ve böyle sesi olan kadın sanatçı.
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (8 Mart 2018)