Söyleşi: Nida Vahşi
Aşk her yaşta ve herkes içindir. Aşk acısı çekmek ise dünyanın en güzel acılarından biri olabilir. Yeter ki kimse ölüm acısıyla sınanmasın. Aşkın güzelliğini, ayrılık acısını ve ölümü her yaştan insan için yazan Kahraman Tazeoğlu’nun yeni kitabı Bukre Kalp, Kasım ayında Destek Yayınları tarafından yayımlandı. 2013 yılında yayımlanan “Bukre” romanı uzun süre çok satanlar raflarında duran Tazeoğlu ile devam romanı “Bukre Kalp”i ve kitaplarının neden bu kadar çok sattığı üzerine konuştuk:
Kitabınız “Bukre” ilk yayımlandığı 2013 yılından bu yana 477 baskı yapmış. Yani benim elimde olan kopyası 477. baskı. Kim bilir şu an kaçta… Siz yazarken bu kadar ilgi bekliyor muydunuz?
Kitabın satış rakamı şu anda 500 bini aşmış durumda. Yazarken çok satacağını biliyordum ama bu kadar yüksek rakamlara ulaşabileceğini tahmin etmiyordum doğrusu. Benim için de sürpriz oldu.
Sizi kimler okuyor ve sizce sizi neden bu kadar çok okuyup seviyorlar?
Bukre’yi yazana kadar okuyucu kitlem orta yaş ve üzeriydi. Fakat Bukre piyasaya çıkar çıkmaz şaşırtıcı bir şekilde, benim bile tahmin edemeyeceğim çok genç bir kitleye ulaştı. Bukre’yi neden bu kadar çok sevdiklerini ilk başlarda anlayamamıştım. Daha sonra okurlarımın kitap hakkındaki yorumları fikir sahibi olmamı sağladı. Hemen hemen hepsi kitapta kendilerini bulduklarını söylüyordu. En çok kurdukları cümle ise “Bu kitap beni anlatıyor” oldu.
Peki insanların aşka olan bu ilgisini, aşk için yazılmış bir hikayeyi bu kadar sahiplenmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Aşka olan bu ilginin nedenini “aşk yoksunluğu” olarak tanımlıyorum. Bunu şöyle açıklayabilirim. İnsanların çoğu ayaklarını yerden kesecek, doyasıya mutlu olabileceği, kendini biricik hissedebilecekleri bir aşk yaşamak istiyor ama kimse bunu nasıl, ne şekilde, kiminle yaşayacağını bilmiyor. Kendisinin bile böylesi bir aşk için ne yapması gerektiğini bilmeyen kişi, hayatına giren insanın kendisine hayalindeki aşkı sunabileceğini, sunması gerektiğini düşünüyor. Sonuç olaraksa beklenti yüksek, karşılık yüzeysel kalıyor. Bu bağlamda Hayal ettikleri aşkla yaşadıkları aşk birbirini tutmuyor. Aşk içinde aşksızlık çekiyorlar. Ben bu duruma “aşk yoksunluğu” diyorum. Bu yoksunluğu yaşayan insanlar kalplerindeki yaraya bu hikayelerle pansuman yapıyor. Netice itibariyle de bu tarz kitaplar çok okunuyor.
Bukre aşkı, hatayı, aldanmayı, yanlış tercihleri, büyümeyi, kendi kararlarının arkasında durmayı ve acı çekmeyi anlatıyor okuruna. Siz bugün etrafınızdaki kadın erkek ilişkilerini nasıl yorumluyorsunuz?
Aşkı algılayış biçimlerindeki eksiklerin, kadın erkek ilişkilerinin en önemli sorunu olduğunu düşünüyorum. Kimse kimseyi aynı sevemez, ama herkes kendi sevdiği gibi sevilmek ister. Sorunun kaynağı bu bence. Ne zaman ki insanlar sevmenin birbirine bakmak değil, aynı yöne bakmak olduğunu öğrenir, işte o zaman doğru ilişki başlar.
Peki gençlerin aşka bakış açıları sizce nasıl?
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte, herkesin her istediğine dilediği an ulaşabiliyor olması romantizmin yok olmasına ve içi doldurulamayacak bir boşluğa sebep oldu. Bu durum gençlerin aşka yabancılaşmasını da beraberinde getirdi. Yaşadıkları sığ duyguları derin duygularmış gibi algılamaya başladılar. Birçoğu aşkın, sevmenin ne demek olduğunu bilmeden sürekli sevilmek ve âşık olunmak istedi. Kendilerini her zaman buna değer gördüler çünkü… Aşk için kendilerine göre bir bakış açısı belirleyip, duygularına o yönde karşılık aradılar. Bulanlar mutlu oldu, bulamayanlar yalnız kaldı. Bu yüzden gençlere aşkı doğru bir bakış açısıyla anlatmaya, öğretmeye çalışıyorum.
Size Bukre’yi yazdıran şey neydi? Ve beş sene sonunda devam hikayesi nasıl ortaya çıktı? Bukre ilk yayımlandığında hikayenin devam edeceğini düşünüyor muydunuz?
Bukre, uzun zaman önce kaleme almayı düşündüğüm bir hikayeydi. Biraz gençlerin dünyasına girmek, edebiyatın içine sosyal medyayı yerleştirip fark yaratmak istemiştim. Kitabın devamı üç yıl sonra yazıldı aslında. Fakat evime giren hırsızın bilgisayarlarımı çalması nedeniyle hikayeyi en baştan tekrar yazmak zorunda kaldım. Bu yüzden iki yıllık bir gecikme yaşandı. Bu süreçte Bukre okurları büyüdü tabii… Romandaki karakterlerde büyüdü dolayısıyla.
Kitap için geliştirilmiş bir uygulama var. Dileyenler sizin sesinizden dinleyebiliyorlar kitabı.
Bu kitabın böyle bir farkı olsun istedim ve tüm romanı baştan sona seslendirdim. Epey zamanımı ve enerjimi aldı ama sonunda ortaya güzel bir şey çıktı. Okurlar telefonlarına evden yaptığım radyo programımı dinlemek üzere indirmiş oldukları Kahraman Tazeoğlu Mavi Ada uygulaması üzerinden kitabı sesimden dinleyebiliyor. Bir de onlar için hazırlamış olduğum bir sürpriz var. Kitabın 18. Sayfasında Cem’in Bukre için bestelediği şarkının sözleri geçiyor. Okurlar o sayfaya geldiklerinde şarkıyı yine benim sesimden dinleyebiliyorlar.
Bukre, Cem ve Selim arasında aslında çok anlamlı bir dostluk var. “Bukre Kalp” kitabınızda Cem ile Selim’in karşılaşması da onların nasıl insanlar olarak büyüdüklerini gösteriyor okura. Peki sizce iyi insan olmak yeterli mi? Çocukluk ve dostluk hayatımızı ve insanlığımızı sizce nasıl etkiliyor?
Hayat bazen bize, karşımıza çıkan iyi insanların her zaman iyi kalmayabildiğini, kötü insanların da zaman içinde iyiye dönüşebildiğini göstermiştir. İlk kitabı okuyanlar Cem’in çok da iyi bir karaktere sahip olmadığını düşünmüş, hatta kendilerini tutamayıp hakaret bile etmişlerdi paylaşımlarında. Bukre Kalp’te ise durum tam tersine dönüşüyor ve okur, hatalarından ders alarak, kötüden iyiye evirilen bir Cem’le karşılaşıyor. Bu dönüşümü anlatırken dostluğun gücünü merkeze koymaya çalıştım. Bu gücün insanlık üzerinde yadsınamaz bir etkisi olduğunu düşünüyorum.
Kader, tesadüf, tevafuk bunlar iki romanınızda da sıklıkla yer alıyor. Ve sürekli mutlu başlayan hikayeler aniden mutsuzlukla bitiyor. Bunların bir kısmı televizyon dizilerinde de gördüğümüz klişeler. Peki bu kavramlar kader, keder ve klişe sizin için ne ifade ediyor?
Şaşırtıcı ve beklenmedik tesadüflerin masalsı bir yanı olduğuna inanıyorum. Toplum olarak masalları seviyoruz. Okurlarıma bu masalsılığı şiirsel bir dille anlattığımda hoşlarına gidiyor. Çok fazla neden sonuç ilişkisi aramıyorlar. Zaten hiçbir masalda bunlar aranmaz. Bilirsiniz; çölde karşımıza birdenbire ak sakallı bir dede çıkar ve kimse o dedenin oraya nasıl geldiğini sorgulamaz. Masalın gücü de buradan gelir. Bazı klişelerden vazgeçemiyorum. Kaderci ve tevafuklara inanan bir duruşum var. Eserlerime de yansıyor haliyle. Bunlar yüz yıl sonra yazılsa dahi insanlarımız tarafından kabul görecek ve asla yadırganmayacak. Kimse bunlardan bıkmayacak. Diziler hala izleniyorsa, kitaplar da okunmaya devam edecektir. Hikayelerin nasıl başlayıp nasıl bittiğinden ziyade duygu tahlillerinin okuyucuda nasıl bir karşılık bulduğuyla ilgileniyorum. Romanlarımda ve hikayelerimde en fazla dikkat ettiğim husus bu. Eğer klişelerden vazgeçemiyorsam, derin duygu tahlilleriyle o boşluğu doldurmalıyım değil mi?
Bu ülkede bu kadar çok okunmanızın nedeni bu kavramlarla insanların kurduğu ilişki mi? Bu kadarı da gerçek olamaz dedirttiğiniz hikayeleri şairane bir biçimle bağlamanız mı?
Evet, az önce de bahsettiğim gibi tam da bu… Bu arada bugün bu denli okunuyor olmam yarın da aynı şekilde okunacağım anlamına da gelmemeli. Toplum dinamikleri sürekli değişiyor. Bir dönem tarih kitapları yükselişe geçerken bir sonraki dönemde kişisel gelişim ya da polisiyelerin çok satanlar listesinde yer bulduğunu görebiliyoruz. Kitaplarım şimdilik okurda karşılık buluyor. Fakat kendimi çok fazla tekrara düşürürsem okurun da bir müddet sonra yazdıklarımdan sıkılacağını da çok iyi biliyorum. Bu yüzden zaman zaman “Mavi Ev” ve “Mor” gibi farklı kitaplar yazarak hem kendimi sınıyorum hem de okur profilimi büyütmek için çaba sarf ediyorum. Yeri gelmişken belirteyim; bir sonraki kitabımda okurumun karşısına çok farklı bir kitapla çıkmayı planlıyorum. Ama buna şimdilik sürpriz diyelim. Bunun haricinde de uzun zamandır yazmak istediğim bir çocuk kitabını da bitirmek üzereyim. Bu çalışmayı Türkiye’nin en başarılı senarist ve yazarlarından biri olan Erol Hızarcı ile birlikte gerçekleştiriyoruz. Bu ortak kitapla çocukların dünyasına girmeyi başarabilirsek, masallarımız “Yeni Çağa Yeni Masallar” başlığı altında seri olarak devam edecek.
Neden aşk hep bu kadar acı ile anlatılır? Mutlu sona gelmek için ya da kavuşmak için hep birilerinin ölmesi mi gerekir? Sonuçta edebiyat insanın canını yakmaktan ziyade insana umut, iyi niyet, iyiye ve güzele inanma cesareti de vermelidir.
Aşık Veysel’e “Aşk nasıl olur?” diye sormuşlar, “Seversin kavuşamazsın, aşk olur” demiş. Sezen Aksu ise aşk için yazılmış şarkıları işaret ederek “Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir” diyor. Biz acıyı aşka yama yapmış bir toplumuz. Acısız aşk olmaz bize göre. Canımız ne kadar çok acırsa o kadar çok sevdiğimizi düşünürüz. Severken acı çekmeyi seviyoruz. Ve bundan da ayrı bir haz duyuyoruz aslında. Elbette mutlu son için ölüm gerekmiyor. Ama bazı aşkların ölümsüzleşmesi de ölümden geçiyor. Komedi filmleri ve hızlı şarkılar çabuk unutulur ya da hiç hatırlanmaz. Ama duygusal filmler her zaman derin izler bırakır insanoğlunda. Tıpkı acıdan geçen şarkıların bıraktığı izler gibi… Keşke acılar yalnızca filmlerde, şarkılarda, kitaplarda kalsaydı. Gerisi zaten mutluluk olurdu.
edebiyathaber.net (20 Şubat 2019)