Öncelikle bir kitap yorumu olmasının yanı sıra bu yazının eser miktarda varoluşçuluk, felsefi sorgulama, kaygı psikolojisi ve mutluluk (ya da mutsuzluk) üzerine beyin fırtınaları içerdiğini belirtmem gerekir. Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk romanını ele alırken bunca konunun dahil olmasının nedeni, ana kahraman Gerhard Wahrlich’i daha iyi anlatabilme ihtiyacı. Zira kitabı okuyan kimi arkadaşlarımın ve hakkında yazan eleştirmenlerin Wahrlich için evlilik ve çocuktan korkan tipik erkek, seks düşkünü aylak, başarısız ve takıntılı bir adam olarak bahsettiğini gördüğümde, tanımadığım bu dosta sözcü olmak istedim. Oysa bana göre Wahrlich, kendi varlık nedeninin ötesinde bir varoluşsal sorgulamanın peşine düşerek sokaklarda, kafelerde, nehir kıyısında, iş yerinde ve hatta kendi yatak odasında bile gözlemler yapan, var olanların anlamını arayan bir gezgin. Bu uzun ve betimlemeci girizgahtan sonra, konunun özüne doğru yol alabiliriz.
Ayrıntı Yayınları etiketi ve Süreyya Turhan’ın başarılı çevirisiyle yayımlanan Alman yazar Wilheim Genazino’nun “Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk” romanı, adının işaret ettiği gibi bizim de pandemi sürecinde yaşadığımız kaygılara ve varoluşsal sorgulamalara dair ortaklık hissiyatı yaratıyor. Hayatın anlamını yeni bir gözle sorguladığımız bu günlerde, akıp giden hayatımızda -kendi seçimlerimiz mi olduğunu dahi çoğu kez hatırlayamadığımız kabullenişlerle- yol alırken, belki biraz durup düşünme, hayata müdahil olma ve seçim yaparak sorumluluğunu alma üzerine iyi bir okuma imkânı sunuyor. Birey mi toplumsal varlık mı olmak, seçim yaparak sorumluluklarını kabullenmek mi yoksa kadere-toplumsal beklentilere boyun eğmek mi, tüketim çılgınlığı mı yoksa asosyal sayılmak adına tüketmeyi reddetmek mi gibi birçok çetrefilli konuda oldukça derin yollar açıyor. Romanda psikolojik, sosyolojik ve felsefi katmanlar oldukça iyi işlenmiş. Varoluşsal felsefi sorgulaması bu denli yoğun olmasına karşın Genazino’nun son derece akıcı ve esprili dili ve elbette aynı akıcılıktaki çeviri, bir de okuru içine alan atmosferi sayesinde sıkıcı olmak bir yana çok rahat okunan, 144 sayfalık, keyifli bir roman olduğunu eklemeliyim. Zira roman kahramanımız Warlich de -aynı yazarı gibi- Heidegger üzerine doktora yapmış bir felsefeci olmasına karşın soyut kavramlar yerine canlı bir hayatı seçen, akademik kariyer yerine bir çamaşırhanede müdür olarak çalışan biraz sakar, biraz keyfine düşkün bir adam olarak çıkıyor karşımıza. 41 yaşında ve sevgilisi Traudel ile uzun süreli bir ilişkisi var. Ancak sevimli kahramanımızın meslekten de kaynaklanan ufak bir sorunu var: hayatı gözlemlemeden, sorgulamadan ve yorumlamadan duramıyor ve adının da hakkını verecek şekilde gerçekliğin (elbette verili gerçekliğin değil, aranarak bulunan hakikatin) peşinden ayrılmıyor.
Varoluşçuluğun bir felsefeden çok bir ruh hali olduğu, herhangi bir nedenle içinde huzursuzluk, isyan ya da yabancılaşma hissi uyanmış her kim varsa onlara dayandırılabileceği söylenegelir(*).
Her ne kadar ele aldığı sorgulamalar insanlık tarihi kadar eski olsa da varoluşçu felsefe yirminci yüzyıla aittir. Varoluş kavramını ilk kez Soren Kierkegaard, bir makale başlığında kullanır. Hangi filozofların varoluşçu addedilebileceği tartışmalı olsa da, modern varoluşçuluğun kurucusu Jean Paul Sartre olarak kabul edilmektedir. Sartre o ünlü Bulantı romanındaki Roquentin karakteri sayesinde felsefeyle edebiyatı harmanlar ve var olmanın yarattığı baş dönmesiyle yüzleştirir okuru. Genazino’nun ana karakteri Wahrlich de -her ne kadar Roquentin kadar ünlü olmasa da- günlük hayatın sıradan şeylerini gözlemleyerek yeni bir gözle görebilmeyi, yabancılaşma hissini, huzursuzluğu ve baş dönmesini, yani varoluşsal sorgulamaları yaşayan ve bunu okura anbean betimleyen bir filozoftur. Evet, Wahrlich felsefe öğrenimi görmüş bir doktordur ve hatta varoluşçu olmanın ötesinde fenomenolog olarak tanımlanabilir.
Peki bu telaffuzu bile zor olan fenomenoloji felsefisi bize ne anlatır? Paris’teki bir kafede Simon de Beauvoir ve Sartre ile sohbet eden Raymond Aron, oldukça heyecanlı bir şekilde Almanya’da öğrendiği yeni felsefi bakışı aktarır. “Anlayacağın bücür dostum” der Sartre’a, “eğer bir fenomenologsan bu meyve kokteyli üzerine felsefe yapabilirisin.” Geleneksel felsefenin soyut yaklaşımı yerine onu günlük yaşama uygun hale getiren bakış açısından çok heyecanlanan Sartre, Nazilerin başa geldiği o yıl, yani 1933’te, Almanya’ya giderek fenomenoloji üzerine çalışır ve bu felsefi akıma kendi Fransız sosunu ekleyerek modern varoluşçuluğun kurucusu olur.
Fenomenoloji yani görüngübilim, şeylerin kendisine, görünüşlerine ve âna odaklanan, günlük olaylarla ve gözlemlerle ilgilenen bir bakış sağlıyor. Bu sayede varlık sorusunu günlük yaşama getirip mesela kahve üzerine ya da yürüyüş, kuşlar, çöpler ve hatta memeler üzerine -aynı Sartre’ın ve sevimli roman kahramanımız Wahrlich’in yaptığı gibi- felsefe yapabilirsiniz. Varoluşçuların ve özellikle de Sartre’ın ilgilendiği şey, soyut ve anlaşılması zor bir felsefe değil, gerçek yaşamın kendisiydi. Bu sayede en sıradan şeylerin, yani kahvenin, meyve kokteyllerinin, beklentinin, kaygının, sevgiliye duyulan arzunun, arzu duyulmayan başka bir sevgiliden uzaklaşmanın, anlık bakışmaların, damaktaki tadın ve bir kadın sırtüstü yatarken memelerinin aldığı şeklin (burada dikkatinizi Wahrlich’in sürekli memelerden bahsetmesinin cinsi bir sapkınlıktan çok öte bir sorgulamaya dair olduğuna çekmek isterim) felsefesi yapılabilirdi. Bulantının, vertigonun, utancın, sadizmin ve anlamlı ölçüde seksin felsefesi gibi. Sartre’ın getirdiği yenilik, bilgi aşkını gerçek anlamda kokteyller ve onları servis eden garsonlar üzerine bir felsefeye dönüştürmüş olması ve ayaklarını yaşadığımız dünyaya bastırmasıdır.
Tam da burada kitabımıza geri dönüp sevimli aylak Wahrlich’in neler hakkında düşündüğüne, gözlemler ve çıkarımlar yaptığına bakabiliriz. Ama önce fenomenolojinin kurucusu kabul edilen Husserl’ın öğrencilerine derste söylediği bir cümleyi hatırlayalım: “Bana bir fincan kahve verin ve size fenomenolojinin nasıl yapılacağını anlatayım”. Evet, bütün sır kahve ve kafelerde. Romanın ilk sayfasında iş çıkışı bir kafeye uğrar Wahrlich ve onun yorgunluk, kahveler, kokteyller, sırtında mönü yazılı giysileri olan garsonlar, gürültü, huzursuzluk üzerine gözlemlerini ve düşüncelerini öğrenerek gireriz romana. “Konutumuza yakın tek sokak kafesi her zaman olduğu gibi tıklım tıklım.” Toplum gözlemcisidir adeta, yürüdüğü yolları, evleri, hayvanları ve insanları gözlemler, bakış açıları geliştirmeye çalışır. Bu haliyle Yusuf Atılgan’ın roman karakteri C.’yi hatırlatır, bir aylak adam denebilir ona. Yürümeyi seven, şehrin sokaklarında yürüyerek gözlemler yapan flanör bir filozoftur. O kadar ki, bir arabanın üzerine konmuş yarım pastayı kimin alacağını gözlemler uzun süre. Polislerin toplandığı meydana giderek göstericileri ve o sırada maçtan çıkan bir grup fanatiği gözlemler. Kara tavuklarının çöpün yanında eşelenişini, ördeklerin yürüyüşünü, köpekleri ve kanatlı karıncaların uçamama nedeninin vücutlarına büyük gelen kanatları olduğunu gözlemler. Çevrede dolaşan bakışları sık sık kendi içine, ruh hallerine, sevgilisi Traudel ile olan ilişkilerine, seks hayatlarına kayar. Kendi arzularını, sevgisini, utanç ya da kaygılarını da dışarıdan bakan biri gibi kaydeder. Hem kendine yabancılaştığı için yapar bunu, hem de bu nedenle yabancılaşır kendine.
Bazen yaşadığı şehrin sokaklarında dolaşır gibi düşüncelerinde, anılarında dolaşır. Çocukluğuna gider. Annesini anar sık sık, gördüğü kadınların çoğu merhum annesini hatırlatır. Başını memelerine yaslamayı ve kokusunu çok sevdiği annesini. Evlenmeden ve kendisi doğmadan önceki fotoğraflarda genç, güzel ve mutlu, oysa çocuk sahibi olduktan sonraki fotoğraflarında şişman ve mutsuz annesini. Bir çocuğun -yani kendisinin- yarattığı maddi problemlerin ve evliliğin mutsuz ettiği annesini. Evet, kişisel seçim hakkı yanında bazı gerçekler göz ardı edilemez ki toplumsal ve uygar yaşamda bunların başında ekonomi gelir. Wahrlich, utancı ilk kez bir ayakkabı mağazasında tanıdığını anlatır. Çocukken annesiyle yeni ayakkabı almaya gidişlerinde yeterli paraları olmaması nedeniyle yaşadığı sevinçli suçluluk duygusudur bu. Sevinçlidir çünkü yeni ayakkabı sahibi olacaktır ve suçluluk hisseder çünkü bu parasızlığın nedeni aileye sonradan eklenen ve fotoğraflardaki mutluluğun yerine mutsuzluk ifadesini getiren kendisidir.
Evli-çocuklu ve bu nedenle mutsuz anne karakterinin, Wahrlich’in üzerinde çok etkili olduğunu anlarız. Wahrlich de özgür seçim hakkını kullanarak, özgürlüğünü feda etmemeyi seçer ve varoluşunun en temel hak ve yetkisini kullanır böylece. Çocukluk sevgilisinin bebek sahibi olduktan sonra geçirdiği değişimi hesaba katınca, evlilik ve bebek sahibi olma konularındaki çekincelerinin tamamen bencilce olmayabileceğini düşünmeden edemeyiz. Güzel, başarılı ve neşeli sevgilisi Traudel’in değişmesini, ilişkilerinin bir mecburiyetler senfonisine dönmesini istemez. İşte belki bu nedenle hakkında yazılan hemen her yazıda, hatta romanın arka kapak yazısında bile evlilik ve çocuk karşıtı olmakla itham edilir. Oysa ebeveyn (baba) olmaya herkesin hazır ve istekli olmasını beklemek -aynı toplumsal cinsiyet baskısının kadınları cendereye alması gibi- çok da masum değildir. Hele ki Traudel’in neden evlenmek ya da çocuk istediği sorularına verebildiği cevaplar sadece toplumsal beklentinin karşılanmasının yansıması olunca. Bir gün başına bir kaza gelirse ve sen yoğun bakımda yatarsan beni yanına sokmazlar diye sızlanır Traudel, çünkü soyadlarımız aynı değil ve birinci dereceden akraban değilim. Bu argümanına bir de annesinin evlenmelerini beklediği gerçekliğini ekleyiverir bir konuşmada. Başarılı olmak için iyi bir hayat yetmez, toplumsal beklentiye uyarak evli ve çocuklu olmak gerekir.
Kitabın sonlarına doğru eski sevgilisi Anette ile karşılaşmaları ve kısa bir sohbetin ardından kadının eline tutuşturuverdiği sandviç ekmeğiyle başka bir boyuta atlar Warlich. Bu sayede Torino atını kucaklayan Nietzschevari bir finalle buluşturur okuru. Bu son cümlemin tam anlaşılması için kitabın sonunu söylemem gerekiyor ancak ben de özgür irademle keyif kaçırıcı olmak yerine müphem kalmayı seçiyor, sadece Nietzsche’nin hikâyesine değiniyor ve susuyorum. 1889 yılında Torino’da kaldığı otelden çıkan Nietzsche bir arabacının atını öldüresiye kamçıladığını görür. İnsan ilişkilerinde zaten “asosyal ve normallik sınırları dışında” sayılan ünlü filozof o sıralarda akıl hastalığının da başlangıç dönemindedir. Acı çeken atı görünce koşar, atın boynuna sarılarak gözyaşlarına boğulur ve geri kalan hayatını konuşmadan, yatalak olarak tamamlar. Bu olay Nietzsche’nin deliliğine verilse de tüm insanlık adına hayvanlara karşı özür borcunun farklı bir şekilde dillendirilmesinin seçimidir belki de.
Varoluşçuluk ve fenomenoloji konularında, Domingo Yayınları tarafından yayımlanan Sarah Bakewell’ın Varoluşçular Kahvesi adlı kitabından yararlandığımı eklemek isterim.
Pınar Üretmen – edebiyathaber.net (24 Mayıs 2021)