Geçtiğimiz günlerde bir kişisel bakım ve kozmetik mağazasında genç bir kız kapıdaki hırsızlık dedektörüne yakalandığı için mağaza çalışanları, AVM personeli ve galiba güvenlik tarafından yasalara aykırı şekilde alıkonmuş. Üstelik alıkoyan kişiler böyle bir yetkileri olmamasına karşın kızcağızı depoya götürüp üstünü aramaya cüret etmiş. Kelimenin tam anlamıyla, harfi harfine TACİZ etmişler. AVM’lerdeki güvenlik müsameresine kendilerini fazla kaptırmış olmalılar; çünkü yaptıkları şey, bir insanı zorla alıkoymak, seyahat özgürlüğüne engel olmak, rızası olmadan üstünü aramaya kalkmak yasalara göre suç.
Kapıdaki alarm ne kadar bağırırsa bağırsın ne mağaza görevlisinin ne de AVM güvenliğinin o kişinin üstünü aramaya ya da çantasını şusunu busunu karıştırmaya yetkisi bulunmuyor. Kolundan tutup çekmeye bile kalkamaz. Aslında dedektörden alarmı çaldırarak geçen vatandaş yürüyüp giderken polisi çağırmak dışında yapabilecekleri fazla bir şey yok. Ama maalesef ülkemizde yasayla uygulama arasında uçurumlar var…
Murat Gülsoy’un “Bu Kitabı Çalın” adında bir öykü kitabı vardır. Yanlış anımsamıyorsam Gülsoy’un ikinci kitabı. Kitabın kışkırtıcı ismi aslında yazıldığı yılların görece yaygın bir alt kültür davranışına işaret ediyor: Kitap çalmak! Şimdilerde kulağa tuhaf gelebilir; oysa 90’lı yıllarda öğrenci olanlar için fuarlardan ya da geniş mağazalardan aşırmak, kitap edinmenin yadırganmayan yollarından biriydi.
Merak ettiyseniz: Cebimde çok küçük bir harçlıkla soğuk havada sahaf sergileri arasında gezdiğim çok oldu ama hayır, hiç kitap çalmadım. Kitap hırsızlığına – en azından o yıllardaki görünümüyle kitap hırsızlığına – ahlak açısından karşı olduğum için değil, o kadar cüretkâr olamadım. Kitap çalanları hiç kınamadım. Kitap hırsızlarının – en azından benim tanıdıklarımın – çoğunun ifade ettiği ya da ifade etmese bile sığındığı bir düşünce vardı: Sanatın ve edebiyatın herkes için erişilebilir ve karşılıksız olması. Sanat ve edebiyat paylaşımının toplumun yerleşik mülkiyet ilişkilerinden koparılması…
Elbette 90’ların ortasına kadar mağazaların girişinde hırsızlık dedektörleri bulunmazdı. İşletmeciler ya da mağaza çalışanları arakçıları kendileri görmek ve engellemek zorunda kalıyordu. Açıkçası o yıllarda hırsızlığın mali boyutlarının ne ölçekte olduğunu bilemiyorum; ya da hırsızlık dedektörlerinden sonra mağazaların kârlarında ne kadar artış sağlandığını. Ancak ortada bir dedektör yoksa sırf cepleri kabarmış ya da torbası şişmiş diye mağazadan çıkan birini durdurmak kolay bir iş değildir. Hatta bunun için biraz korkutucu olmak bile gerekir. Fuarlardan çantalar dolusu kitapla çıkan, çaldıklarını arkadaşlarına hediye edenler bile olurdu.
Hatırladığım kadarıyla dedektör uygulamasına ilk geçen sektörlerden biri o zamanlar yeni yeni açılan kitapçılar olmuştu. Sanırım kitaptan çok kaset ve o yıllarda görece pahalı satılan CD’leri korumak için başladılar buna. Tarihin bir cilvesiyle, üstüne titrenen o CD’ler birkaç yıl içinde MP3 formatında İnternet’e yayıldı ve sonrasında müzik sektörü için dünya çapında bir kabus başladı. Elektronik kitap henüz aynı etkiyi yaşatmadı; insanlar basılı kitabı satın almaya devam ediyor ve bu formatla ilgili henüz bir şikayetleri yok gibi görünüyor.
Bugün, restoranlar ya da küçük esnafın işlettiği dükkanlar dışında hemen her mağazada hırsızlık dedektörleri yer alıyor. Hırsızlığa karşı ne kadar da duyarlıyız! Bu basit ve komik önlem aslında – özellikle kitap türü ürünlerle ilgili olarak – aşılamaz değil; kaldı ki kültür ürünlerinin hırsızlığı günümüzde pek öyle cebe bir şey saklayarak olmuyor. Google’da bir kitabın PDF versiyonuna ücretsiz sahip olmak isteyen kişiyle mağazada kalın ciltleri cebine sokuşturmaya çalışan arakçı arasında ne fark var?
Dedektörlerin tek amacı hırsızlığa yelteneceklerin gözünü korkutmak olabilir. Ama bence, alışveriş amacıyla mağazadan içeri giren müşterileri bunlarla karşılamak, hafif de olsa bir çeşit aşağılama içeriyor. Elleri satın aldığı ürünlerle dolu olduğu halde dışarı çıkan insanlar tedirginlik duyabiliyor? Ötecek mi? Bana mı öttü? Of yine mi? Bazen ötüyor da. O kadar arsız, o kadar cazgır bir sesi var ki alarmın, insanın yere yatıp cenin pozisyonu alası geliyor. Adam öldürdük sanki…
Müşteriyle müessesenin birbirine tamamıyla yabancılaşmasının son aşaması böyle tatsız önlemlerden oluşan güç gösterileri değil mi? Hele kitap mağazalarına bu cihazlar hiç yakışmıyor. Ortada hiçbir şey yokken insanları çantasını torbasını açıp göstermek zorunda hissettiren rezil bir uygulama bu. Verdiği mesaj şu: Sen hırsız olabilirsin, ben de polis.
Halbuki kitapçı ve kitapsever olmalıydık…
Hırsızın hiç mi suçu yok? Var tabii, ama şu dedektörleri dikip insanlara gözdağı vermeye kalkan mağaza sahipleri kadar yok. Kaldırın dedektörleri kapıdan ustalar! Üç beş densizin aşıracağı kitaptan ötürü batmazsınız. Emin olun, o sözde güvenlik sistemine harcadığınız paraya değmez. Batarsanız, insanları depoya çekip üstlerini aramaya kalkan başka mağazalara benzediğiniz için batarsınız.
Selçuk Orhan – edebiyathaber.net (16 Şubat 2017)