Türkiye’de son yıllarda en çok gündeme gelen kurumlardan biri de üniversitelerdir. Zaman zaman gurur verici bilimsel araştırma sonuçlarıyla dikkat çeken üniversiteler bazen de hiç alışık olmadığımız haberlerle gündeme geliyor. Eşine, gelinine, oğluna, kızına kadro açan rektörlerden tutun, adrese teslim akademik ilanlara, intihallere, mobinge kadar çok sayıda adaletsiz uygulamaya tanık oluyoruz. Bilim üretmesi gereken üniversitelerin asli görevlerinden çok, etik dışı ve hukuksuz uygulamalarla gündeme gelmesi bir anomali olduğunu gösteriyor. Bu sebepten ötürü dünya sıralamasında Türk üniversiteleri ilk 500 sıralamasına girmekte zorlanıyor. Toplum da üniversitelerde yaşanan krizin farkında. Bununla ilgili pek çok akademik çalışma da yayımlandı. Ancak üniversitelerin düştüğü krizi edebiyat alanında ele alan çalışmalar nedense yapılmadı. Yapılmış olsaydı edebiyat dünyamızda bir “kampüs edebiyatı” türü de oluşurdu. Üniversitelerde yaşanan anomaliyi kıyısından köşesinden Ahmet İnam “Hıyaran” adlı eseriyle, Çetin Yetkin ise oldukça yüzeysel olan “Rektör Prof. Dr. Cebrail Melek ve Korkunç Düşleri” isimli kitaplarında ele aldılar. Bu eserlerde üniversitelerin düştüğü krizin izlerini sürmeye imkân yok. Hem yüzeysel yazıldılar hem de krizin panoromasını verme hedefleri hiç olmadı. Öyle ki, Çetin Yetkin kitabın önsözünde “bu eserdeki karakterler gerçek hayatta birilerine denk gelirse bu tamamen tesadüf sonucudur.” diyerek üniversitedekilerin hışmından korktuğunu apaçık belli etti.
Kendisi de bir akademisyen olan Yusuf Arslan’ın yazdığı Seyis’in Gözü/(Bir) Akademia Romanı isimli çalışması ise doğrudan üniversitelerdeki krize odaklanan bir eser. Kitabı yazmaya 2018’de başlayan yazar çalışmayı 2022 de tamamladı. Seyis’in Gözü, kampüs edebiyatı alanında yazılmış ilk başarılı eserlerden sayılabilir. Okur, romana başladığında yazarın kendine has bir takım kavramlar kullandığını hemen fark eder. “Dut yemiş bülbüller” ifadesi ile gazetecileri, “Domino Odası” ile soruşturma kurullarını, “Babanın Hortlağı” ile “KHKları” imleyen bir roman dili bulur. Akademisyenlerin politikaya olan zaaflarının bilimsel ortamı bozduğundan sık sık söz eder. Liyakatsiz yöneticilerin gün boyu hiçbir iş yapmadan günlerini gün ettiğinden dem vurur. Yöneticilerin isimleri de ilginçtir. Asbest (Rektör), Grizu (Rektör Danışmanı), Siyanür (Rektör Yardımcısı), Arsenik (Dekan), Bonzai (Bölüm Başkanı). Yazar, yöneticilere uygun gördüğü bu kimliklerle, üniversitedeki toksik havanın sorumlularını da ifşa etmiş oluyor. Romanda felsefi bir tarz olarak soyut kimliklendirme hemen göze çarpıyor. Ağır kinaye, taşlama ve yergi içeren bu tür romanlar için en uygun metaforun soyut kimliklendirme olduğuna kuşku yok.
Romanda klasik distopya yerine vodvil unsurlar da dikkat çeker. Eser, vodvil tiyatronun romana uyarlanmış unsurlarını da içerir.
Roman toplumsal bağlamın dışında değil, içindedir. Ne sadece toplumsal ne de sadece bireyseldir; her ikisinin harmonisidir.
Yazar, üniversitedeki krizin sebebini sadece sisteme yıkma kolaycılığına kaçmaz, bireyi de sorumlu tutar. Mesuliyeti her ikisine de paylaştırdığı görülür. Kariyer uğruna feda edilen özgün kimliklerin dramatik yabancılaşmasına parmak basar.
Yazar romanında Rektörü, tıpkı bir at terbiyecisi gibi önüne geleni terbiye etmek isteyen bir Seyis’e benzetir. Romandaki Rektör, tıpkı gazetelerde skandallarını okuduğumuzda hayretler içinde kaldığımız bazı rektörler gibidir. Romanda üniversite Rektörünü, bilimi bütünüyle bir kenara atmış, Partinin talimatlarını uygulayan bir teşkilat sorumlusu, Parti kadrolarını işe almakta aceleci olan, şehrin zenginleriyle arasını iyi tutan, çıkar ve menfaat güdüleri önde, despotik bir tiran ve bunun yanında sükse yapıp, para kıran birisi olarak konumlandırır.
Sonuçta Rektörün üniversitedeki tuhaf uygulamaları sonucu bir aşırı uç diğerini de yaratır. Mağrurlar-mağdurlar; jurnalciler-jurnallenenler; yandaşlar-muhalifler; işe hile katanlar-işini düzgün yapanlar; yağcılık edenler-etik davrananlar; akademisyenler-öğretim elemanları; nemalananlar-hakkı yenilenler dikotomosi roman boyunca hiç bitmez. Sonunda işler öyle bir çığırından çıkar ki roman kahramanı “üniversite düşmanı üniversite” dönüşümünün gerçekleştiğini ifade eder.
Kampüs edebiyatını sevenlerin sıkılmadan okuyacakları çok keyifli bir roman. Kitap 2022 haziran ayında Kalan Yayınları’ndan çıktı.
Romanın despotik ve çıkarcı karakterleri: Asbest (Rektör), Grizu (Rektör Danışmanı), Siyanür (Rektör Yardımcısı), Arsenik (Dekan), Bonzai (Bölüm Başkanı).
Romanın mazlum karakterleri: Dağ Beyi, Dicle Beyi, Munzur Güzeli, Vartanyan, Vartolu, Almus Rüzgârı, Çukurovalı, Şahan Bey, Koçgirili.
Romandaki diğer karakterler: Seyisler: Üniversitedeki yönetim kadrosu.
Katırlar: Üniversitede egemenliği eline geçirmiş hiçbir iş yapmayan kanat.
Atlar: Muhalif kanat.
Eşekler: Çıkarları için katırlara yamanan kanat.
Konusu: Roman, İstanbul’dan Çanakkale’ye stres atmak için giden Dağ Beyi’nin aniden çıkan bir fırtına sonrasında teknesinin alabora olmasıyla başlar. Dalgalar onu, bir adanın kıyısına atar. Gözlerini açtığında başında bekleyen bir grup katır görür. Bunlar sahil güvenlik korumalarıdır. Katılar ona “hoş geldin!” derler, ama bunu insan dilinde söylerler. Dağ Beyi katıların insanca konuşmalarına hayret eder. Katırların insan dilini öğrendiklerini, güzel bir insanca konuştuklarını, evler, bankalar, süpermarketler hatta üniversite kurduklarını öğrendiğinde şaşkınlığı daha da artar. Dünyada İnsan Toplumları gibi gelişmiş Katır Toplumları olduğunu o zaman anlar.
Roman, Katır Adası’nda verimsiz ve unutulmaya terk edilmiş bir arazi üzerine kurulu Beytül Hikme denilen bir üniversitede geçer. Romanın kahramanları at ve katır akademisyenlerdir. At ve katır akademisyenler huzur içinde işlerini yapmaktadırlar. Ancak günün birinde Seyis adında liyakatsiz bir katır, üniversiteye rektör olarak atanır. O günden sonra üniversitede atlara karşı her türlü ayrımcılık ve baskı sıradanlaşmaya başlar. Atlar, korkudan at olduklarını gizlerler, hatta içlerinden bazısı biz de katırız demeye başlar. Gidişatı beğenmeyen bir grup at, Karanlığın Gözü denilen izbe bir mekânda gizli toplantılar yaparlar. Bu toplantılara Dağ Beyi de davet edilir. Böylece İnsan Toplumu ile Katır Toplumu, İnsan Üniversiteleri ile Katır Üniversiteleri konularında yeni bilgiler öğrenirler. Günün birinde gizli toplantı açığa çıkar ve Dağ Beyi sorgulandıktan sonra katırların demir nalları altında acımasızca çiğnenerek ölür. Bunun üzerine atlar protestolara başlar ve yönetimi ele geçirirler. Romanın sonu çok şaşırtıcıdır ve hiç ama hiç beklenmedik bir sonla biter. Verilmek istenen mesaj açıktır: Tarihi yazan, yapan, bozup yeniden yazan öz, mağdurun mağrur olmasıdır.
Romanda Geçen Bazı Pasajlar:
“Katırlar; sözel bölümlerin olduğu binaya Doğu Bilimleri Fakültesi, sayısal bölümlerin olduğu binaya da Batı Bilimleri Fakültesi diyorlardı. Dağ Beyi, fakültelerin isminde geçen “Bilimleri” ifadesi yerine “Sporları” ifadesini kullanmayı tercih ediyordu. Bu tamamen sebepsiz değildi. Beytü’l Hikmedeki öğretim elemanlarının gerek anlatmış oldukları derslerde gerekse yazdıkları kitap ve makalelerde özgün ve bilime katkısı olan hiçbir yan bulamadığı için onların dokuz-beş saatleri arasında fakülteye gidip gelmelerini bir çeşit spor olarak görmüş, bu nedenle bu ismi uygun bulmuştu. İçindeki öğretim elemanlarının ders anlatmak için odalarından dersliklere inip çıkmalarını da vücut sıhhati için bir egzersiz türü gibi görüp, onlara sporcu diyordu.”(s.20).
“Üniversite içindeki tüm önemli işler 22 sayısı ile ilerliyordu. Bunun nedeni, Rektörün ayın 22’sinde atamasının yapılmış olmasıydı. Bu yüzden 22, tüm kampüsün uğurlu sayısıydı. Üniversitenin açılış, kapanışı, vize, final, bütünleme tarihleri, mezuniyetler, senato toplantıları da ayın 22’sinde yapılırdı. Üniversitenin uğurlu sayısı kesinlikle 3, 5.10 değil; 22’ydi.” (s.22).
“Saygı görerek, kalpleri fethederek, huzur ile üniversite yönetmek dururken bir rektör niçin nefret edilen kişi olma pahasına acımasız bir tiran olmayı seçerdi?” (s.30).
“Rektörlük onun içinde olan bir yetenek değildi. O, saygın bir meslek yapmıyordu, saygın bir mesleğin yapılışını taklit ediyordu.” (s.30).
“Bir üniversitenin canı, bin rektörünkinden daha değerli ve önemliydi. Bir rektör gitti mi yerine hemen yenisi bulunurdu, ama bir üniversitenin yerine neyi koyabilirsiniz ki?” (s.34).
“Üniversite hocaları düşünmek istemedikleri hiçbir şeyi düşünmüyorlardı. Düşünmek istemedikleri bir şeyi düşünmemek hayattaki bir numaralı eylemleri idi. Hiç kimse onlara düşünmek istemedikleri bir şeyi zorla düşündürtemezdi. Herkes nasıl kendini değiştirmek için tek bir çaba harcamadan etrafındakilerin değişmesini istiyorsa, onlar da kendilerinde hiçbir kusur görmeyip etrafındakilerin düşüncelerini kusurlu görüyor, değişimi karşı taraftan bekliyorlardı.” (s.47).
“Dağ Beyi düşünüyordu da bir sabah gözlerini açtığında bu üniversite, içindekilerle beraber buharlaşıp yok olsa bilim dünyasının kaybı ne olurdu? Hiç! Gerçekten bilim çevresinden hiçbir şey eksilmez, bilim faaliyetleri hiçbir zarar görmez, bilim dünyasında değişen hiçbir şey olmazdı.” (s.56).
“Burası üniversite, burada her yol mubah!”
“Dağ Beyi, üniversitedeki hayatın, kumar masalarındaki gibi olduğunu anlamıştı. Üstü zevk, neşe, eğlence; altı hile, tuzak, kazık, kıskançlık ve dramdı!” (s.60).
“Görüyorum ki akademianız ağır bir hastalığa yakalanmış. Gözleri az görüyor, ayakları topallıyor. Kalbine inen damarları tıkanmış. Bronşları dolu. Sedyede uzanmış ölmeyi bekleyen hasta bir adam gibi.” (s.70).
“Doğru, kavgacı değildir. Yalan gibi dövüşmeyi de bilmez. Bel altından vurmaz. Arkadan vurmaz. Kalleşçe pusu kurup vurmaz. Bir kişiye elli kişi saldırmaz. Doğrunun kimsesi yoktur. Doğru her zaman yalnızdır. Yanlışa karşı verdiği kavgada bir başınadır. Doğru haklıdır ama yalnızdır.” (s.74).
“Bir üniversitede serbest konuşanlar ve susmak zorunda kalanlar diye iki grup oluşmuş ise bu sadece öğretim elemanlarının bölündüğünü göstermez, aynı zamanda öğretim elemanlarının muhbirleştiğini de gösterir. Her nerede huzur ve güven ortamı yok edilmiş bir üniversite varsa, orada bunun mimari olan bir rektör görürsünüz.” (s.81).
“Büyük adamların da ortak olduğu büyük suçlar olduğunda hiçbir suç soruşturulamaz.”(s.84).
“Üniversite azgın bir rekabetin yaşandığı, mobing, kıskançlık, çekememezlik, kin ve nefret ateşi ile fokur fokur kaynayan bir cadı kazanıydı. Burada zayıflara yer yoktu. Burada güçsüzlere yer yoktu. Burada arkasızlar fazla barınamazdı. Güç, burada her şeyden ve her kanundan daha önemliydi. Güçlüyseniz, kimse önünüzde duramaz, herkes yolunuzdan kenara çekilirdi. Gücünüz varsa saygı görürdünüz, istediğinizi alırdınız, herkes sizden çekinir, kimse size dokunamazdı. Gücünüz yoksa size hiç kimse saygı göstermez, değer vermezdi. Sizi ezdikçe ezerlerdi. Kazanmak için sert olmanız gerekiyordu. Bu, değişmez bir kuraldı.” (s.100).
“Kötü başkasının hakkını yerken rahatsız olmaz. Kötü için başkasının hakkını yemek normaldir. Çünkü kötüde vicdan yoktur.”(s.109).
“Kötü olmayan herkes günün birinde iftiraya maruz kalır. Bu böyledir.” (s.113).
“Namussuzun büyük bir tarihi var, ama namuslu daha dünkü çocuktur. Namussuzun arkasında ordu gibi güçlü bir teşkilatı var ama namuslu sahipsizdir. Namussuz tavandan tabana örgütlüdür, namuslunun tavanda da tabanda da kimsesi yoktur. Namussuz kalabalık, arkası var; ama namuslu bir başınadır.” (s.113).
Yazarın diğer eserleri:
Yusuf Arslan’ın, Oyundan Düğüne Hayatlar: Güneydoğu’da Çocuk Gelinler; Irak’tan Türkiye’ye Hayatlar: Güneydoğu’da Sığınmacı Kadınlar; Çino’nun Günlükleri (Aydan Ay ile ortak); 38, Travma, İyileşme ve Annemin Yüzyılı; Bana Gülü Sevmeyi Öğret (ed.); Nar Çiçekleri (ed.), Resmi ve Sözlü Tarih Arasındaki Genç Hayatlar: Etkiler-Sonuçlar; Bilim, Eğitim, Tarih, Toplum (ed.) isimli yayımlanmış kitapları bulunmaktadır.
edebiyathaber.net (4 Kasım 2022)