Bir rüya neden yakasına yapışır insanın? Yaşamın olağan bir anında, diğerlerinden farkı olmayan, sıradanın içinde eriyip gidebilecek bir anda. Bugünü dünden ayıran bir darbe alamamışken, yarını bugünden özgür kılacak bir hamle yapmamışken. Bir rüya nasıl bir anda kaplar insanın tüm yaşamını? Ve nasıl atar insanı benim dediği yaşamın kovuğundan? Nasıl salar sessiz, adeta dingin bir vahşetin içine?
“Bu kadar canlı olamaz. Dişlerimle çiğnediğim çiğ etin hissettirdikleri. Yüzüm, gözlerimdeki ışıltı. Yüzüm kesin benim yüzümdü ama ilk kez gördüğüm bir yüz gibiydi. Yok, hayır, tam tersi, defalarca gördüğüm bir yüz gibiydi ama benim yüzüm değildi. Açıklamak imkânsız. Hem aşina hem yabancı… o capcanlı ve tuhaf, korkunç tuhaf duygu.”
Rüyada akan kan gerçekliğe bulaşınca. Rüyada çağlayan kan yaşamdaki pas tadıyla buluşunca. Ya da belki tam tersi; yaşamın kıyıcılığı rüyada uyanınca…
“Bu rüya ilk değil. Sayısız kez gördüğüm bir rüya. İnsanın sarhoş olduğunda eski sarhoşluklarını hatırlaması gibi ben de rüyamda eski rüyalarımı hatırlıyorum. Biri başka birini sayısız kez öldürdü. O bulanık, o yakalanamayan… ancak tüylerimi diken diken eden kati duyguları hatırlıyorum.”
Vejetaryen’ın kitapla aynı başlığı taşıyan ilk bölümü bizi Yonğhe, kocası Conğ ve her şeyi değiştiren bir rüyayla tanıştırıyor. Bu bölümde Yonğhe’yi kocasını ağzından ama öncelikle rüyasının koyu tonundan tanıyoruz. O ise gitgide uzaklaşıyor kendini tanımaktan.
“Her şey bana yabancı geliyor. Sanki bir şeylerin arka tarafına geçmişim gibi. Kulpu olmayan bir kapının ardındaymışım gibi. Hayır, belki de baştan beri burada olan bir şeyi yeni fark etmiştim. Karanlık. Her şey karanlık içinde silinmiş halde.”
Han Kang kahramanını o artık başka birine, başka bir şeye dönüşürken tanıtıyor bize. Karanlıkta. Rüyalarda. Sessiz bir delilikte. Hayatından kanı uzaklaştırmaya çalışan birinin kanlı tutkusunda.
“Kimse bana yardım edemez.
Kimse hayatımı kurtaramaz.
Kimse tekrar nefes almamı sağlayamaz.”
Moğol Lekesi başlıklı ikinci bölümde Yonğhe bu kez adı bizden saklanan eniştesinin saplantısıyla çıkıyor karşımıza. Bu bölümde romanın temel karakterleri dışında herkes yalnızca harflerle anılıyor; enişte ise sadece enişte, “o”. Evet, Kang sözcüklerini tasarruflu kullanan bir yazar, anlatmaktan değil, dokunmaktan yana. Ancak bu adsızlığın kökü başka bir yerde olmalı. Belki saplantının benliği silen doğasında, belki eniştenin hayatının bir anında bile olsa, Yonğhe’ye bunca içeriden dokunabilen ve tam o anda sanatının zirvesine çıkan kayıp bir adam olmasında.
“İlk defa, kadının gözlerinin küçük bir çocuğunkileri andırdığını düşündü. Yalnızca küçük çocukların sahip olabileceği, her şeyi barındıran ancak hiçbir şey de barındırmayan gözlerdi bunlar. Hayır, belki de küçük bir çocuk bile olmadan önceki, gözbebeklerine hiçbir şey yüklenmemiş bir bakıştı.”
Alev Ağacı adlı üçüncü bölüm o gözlerdeki boşluğun yeşerişini anlatıyor. Hayır, elbette öykü bir mutluluk yeşertmiyor. Kang tek satırda bile kasvetin azalmasına izin vermiyor doğrusu. Karanlık bir öykü diyemeyiz yine de buna. Sisler içinde ilerliyor Vejetaryen. O çiçekler, o dallar, ağaçlar, o yemyeşil varoluş sis içinde görülen sanrılar aslında. Kang okuru kopkoyu, kan gibi yapışkan bir sisin içine salıyor ve zaman zaman doğanın en yalın ışıklarını, renklerini zerk ediyor. Umut vermek için değil. Rüyaların, deliliğin ve elbette yaşamın kökenini göstermek için.
“Abla, ben amuda kalktım, vücudumda yapraklar büyüyüp, ellerimden kökler çıkarak… toprağın altına girdi. Sonsuzdu, sonsuz… Evet, kasıklarımda bir çiçek açmaya başladığından bacaklarımı araladım, genişçe araladım ama…”
Abla, İnhe, öykünün başka bir yanını, yıkımın daha içine kapanık bir resmini gösteriyor bize. Daha sürdürülebilir, başkalarınca daha kabul edilebilir bir yıkım. Bir iç kanama.
“Ancak o hâlâ vücudunda açık bir yara hissediyordu. Sanki bedeninden daha büyük bir yara, karanlık bir deliğe doğru tüm bedenini çekiyormuş gibiydi.”
Elbette o deliğe çekilmiyor İnhe; bazı insanlar açık yaralarla, açık yaralarını görünmez hale getirerek ama yine de hep kanayarak yaşamak zorunda kalırlar. Ve isterler bunu. Başkalarının deliliğine alan açabilmek için. Başkalarını deliliğinde kendi kanamalarını unutabilmek için. Başkalarının deliliğini anlaşılabilir kılmak; başkalarının deliliğinde ölmemek için. Ölü olduklarını görmemek için.
“Bir bahar günü öğleden sonra tren istasyonunun peronunda dikilip ölümün birkaç aylık bir süreyle yaklaştığını hissettiğinde, vücudundan durmak bilmeden akan kanın bunun delili olduğuna inandığında, aslında uzun zamandan beri ölü olduğunu çoktan kavramıştı.”
***
Vejetaryen bir kan öyküsü. Yonğhe’nin rüyalarında tadını aldığı kan; eniştenin gömleğini kaplayıp kuruyan kan; İnhe’nin bir ay boyu akıttığı, durmak bilmez kan ve sonunda yine Yonğhe’nin dünyaya kustuğu kan.
Her şeyden önce damağımıza bulaşan, damarımızda sızlayan kan.
Yaşamın ve yıkımın o geri dönülmez tadı; vahşetin ve deliliğin o kekremsi pınarı.
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (15 Mayıs 2017)