Kapitalizm, yakın zamana kadar adı sadece düşünürler, kimi bilim insanları ve karşıtlarınca dillendirilirken, 1800’lerdeki çağ eşiğine değin gelişmiş haliyle Kuzey Avrupa’nın bazı bölgeleriyle sınırlıyken, sanayileşmeyle dinamizm kazanarak 20. yüzyılın ikinci yarısında küresel boyutlara ulaştı. Tıpkı çevre kirliliği, küresel ısınma kavramı gibi kendini her yerde varlığını hissettiriyor.
Günümüzün önde gelen kendini kapitalizmin geçmişi ve geleceğine adayan tarihçilerinden Jürgen Kocka’nın yapıtı elle tutulmayan, gözle görülmeyen, koklanamayan “Kapitalizm”i bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
1990’dan bu yana yaşanan dikkate değer ölçüde hızlandırılmış küreselleşme süreçlerine dikkat çeken Kocka, bunun dünya ticaret hacmindeki artıştan, ürün fiyatlarının birbirine yaklaşmasından, finansal işlemlerin hacmindeki hızlı yükselişten, dünyanın çok çeşitli ülkelerinde uluslararası şirketlerin ve sınır aşırı işçi göçlerinde görülen sayısal artıştan ve ekonomik krizlerin dünya çapında yayılmasından okumanın mümkün olduğunu ifade ediyor. Küreselleşme salt ekonomik bir olgu olmayıp iletişim, politika ve kültür alanlarında sınırlar aşırı bağların kurulmasına olanak sağlayan bir süreçti. Bununla birlikte kapitalizm, aynı zamanda, küreselleşme için önemli bir itici güç olma işlevinin de ötesine geçerek onun gerçekleşmesine zemin sağlayan, bir yandan da ulus devletlerin önemini azaltan bir sahadır.
Türkiye’yi de yakından ilgilendiren “Bu durum, 1873, 1929 ve 2008 yıllarında tekrar tekrar çıkan büyük ekonomik krizlerde kapitalizmin popülaritesini kaybetmesine, hatta meşruiyet zeminini zaman içinde yitirmesine neden” olsa da “mal sahibi kapitalizminden yönetici kapitalizmine” doğru kayış kapitalizmi bile endişelendiriyor.
Günümüz kapitalizminin sermaye/ finans pazarına ve yatırımcı kapitalizmine indirgenmesinin de mümkün olmadığını ifade eden Kocka’ya göre, sermaye ve yatırımcı kapitalizminin son yirmi otuz yıl içindeki yükselişi, bütün olarak sistemde sonuçları bakımından tayin edici bir değişimi temsil etmektedir. Bu yükseliş, farklı kapitalist işlevlerin bir kez daha öne çıkarılmış içsel farklılaşmasının bir ifadesiydi. Söz konusu yükselişle birlikte sermaye edinimi ve yatırımı işlevleri birbirinden bir adım daha ayrılmış, bunların algısı, sermaye piyasalarının mantığına göre çalışan işlev birimlerine odaklanmış ve bu şekilde kapitalist işlevin ağırlığına katkı sağlamıştır. Böylece temel yatırım kararları, bir zamanlar içine gömülü oldukları bağlamlardan, eskisinden daha da köklü bir biçimde koparılmıştır. Pazarın mantığı, ekonomi ile ilintili olmayan çıkar ve yönelimlerden bir adım daha bağımsızlaşmıştır. Ayrıca karar verme yapıları, bireysel girişimlerin faaliyet gösterdiği alanların sınırlarını belirgin ölçüde aşmış ve hatları daha yumuşatılmıştır. 2008 yılının uluslararası finans krizi, yeni yatırımcı kapitalizminin kendi haline, yani bankacılara, yatırımcılara, simsarlara, analistlere ve bütün o diğer “para yöneticilerine” bırakılması durumunda nasıl da kendi kendine zarar veren ve her açıdan tehlikeli bir dinamiğe sahip olduğunu apaçık gözler önüne sermiştir. Mesele, yeni çerçeve koşullarının bulunması zorunluluğudur. Bunda başarılı olunup olunmayacağı sorusu ise henüz yanıtlanmış değildir.
Devlet ve kapitalizm konusuna eğilen Kocka, kapitalizme ilişkin tartışmalarda devlet ve piyasanın genelde birbirini üreten karşıtlıklar olarak görüldüğünü ve bunun hiç de yanlış olmadığını savunuyor. Piyasa hareketi ve hükümetin siyasi eylemliliği gerçekten özellikle de içinde bulunduğumuz demokratik çağda farklı ilkelere bağlı olarak hareket eder. Bunların her ikisi de meşruiyetini farklı yerlerden alır: Bir yanda eşitsiz bir şekilde dağıtılan mülkiyet hakları, öbür yanda eşit vatandaşlık hakları. Her ikisi de farklı prosedürlere tabidir: Birinde takas prosedürlerini, diğerinde oybirliğine ulaşma ve çoğunluk kararı hedefini konu alan bir tartışmanın prosedürüdür bunlar. Öte yandan, siyasetin amacı genelin refahıdır; kamu yararının aslında tam da bu (gerçekleştirme) sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıktığı ve demokratik karar alma süreçleri çerçevesinde belirli fırsatların değerlendirilmesinin meşru olduğu bilinen bir gerçek olsa da siyaset, amacını genelin refahı olarak tanımlar. Özgürlükçü anayasal düzenler 18. yüzyıldan itibaren her iki kutbun da sınırlı özerkliğine meşruiyet kazandırmıştır. Bunlar, siyasal gücün kullanımını önce anayasal sonra da demokratik temellere bağlıyor, fakat tam da ekonomik kaynaklara bağlamıyordu. Bununla birlikte (özgürlükçü anayasal düzenler) mülk sahibi olmaktan kaynaklanan her türlü hakkı, temel haklar çerçevesinde teminat atına alıyor, dolayısıyla da piyasa ile devlet arasında farklı ilişkilerin gelişebilmesini sağlayan anayasal esneklikler ne kadar çok olursa olsun, bu hakkı politik gücün ve devlet gücünün kıskacından koruyordu. Anayasal devletlerde siyasi güç ile mülkiyet hakları sonucu ortaya çıkan ekonomik kaynaklar birbirlerini karşılıklı olarak sınırlandırır: Burada özgürlüğün güvence altına alınmasına katkıda bulunan kuvvetler ayrılığının en temel özelliklerinde: biriyle karşı karşıyayız.
Maskeli bir balo dünya. Sosyalist maskeli kapitalistler, kapitalist maskeli sosyalistler… Ve çöküşün ön sarsıntıları, şokları her yerde. kapitalizmin neoliberalleşmesine olan direnç sürüyor ve yüksek kamu harcamaları kalıcı.
Gelişmeler Türkiye’yi çok yakından ilgilendiriyor, çünkü filler tepiştiğinde olan küçük ülkelere oluyor. Yapıtında Çin’e geniş yer veren Kocka, Çin modernizasyonunu destekleyen diğer bir unsurun ise, “yukarıdan gelen bir devrim”in gerçekleşmiş olmasına bağlıyor. Amaçları her ne kadar devlet yoluyla girişim faaliyetlerini serbestleştirmek ve bir bakıma devleti frenlemek olsa bile, hızla ivme kazanan kapitalist dinamikler, parti kadroları ve devlet birimlerince desteklenmişti.
Piyasa ile devletin, otoriter diktatörlük koşulları altında bile uyumu yakalayabileceğini düşünen Kocka, Rusya’da 1990’lı yıllarda kapitalizme geçişin, devletin kendini geri plana almasına ve ekonomi alanında bir dizi geri çekilme hamlesi yapmasına ama aynı zamanda, benzeri görülmemiş bir eşitsizliğe ve büyük sosyal hasarlara yol açmış olmasına bağlıyor. Bu nedenle 2003 yılında devlet müdahalesini yeniden gündeme getiren güçlü eğilimleri gözlemleyebiliyoruz. Öte yandan bir karşılaştırma yapacak olursak Hindistan, son yirmi yılda genel anlamda daha ziyade liberal ekonomiye yakın bir rota üzerinde ilerliyor.
Son noktaya gelince Kocka yüksek sesle dillendirilmeyen düşünce ortamlarında tartışılan bir dileği cesaretle söylüyor. Küçük bir köye dönen dünyanın yönetim sorunu: “Günümüz kapitalizminin benzer bir sürecin sonucunda sivilleşmesi, etkileri gitgide daha çok sınır aşırı hale gelen, gün geçtikçe küreselleşen bir kapitalizmin karşısında etkileri yine aynı ölçüde sınır aşırı olabilen ve onun şiddetli dinamiklerine gerçek anlamda direnebilecek küresel bir “devlet” yapısının eksikliği nedeniyle güçleşmiştir.”
Kapitalizmin sonu mu?
Ezgi Selçuk – edebiyathaber.net (24 Eylül 2018)