“Orada her şey göz kesilmiştir. Dilin ne yeri vardır?”
Şems-i Tebriz-î
Gördüğümü görmedim, duyduğumu duymadım. Kalbim kendi zamanının seyrindeydi.
Yağan karın selintisi zamansızlığın örtüsünü sermişti her yana.
Sesi işittim, kokuyu sineme çektim, dokundum ak örtüye. Gözlerimin mührü çözülmüştü bir kez. Karanlıklar geride kalmıştı. Kendinden vazgeçenlerin mesken tuttuğu bir yerden gelmiştim. Dilimdeydi söz:
“Gönül ararsam, senin semtinde görürüm,
Can istersem, saçlarının kıvrımlarında bulurum.
Çok susuz kalır da su içersem,
Kâsede yüzünün hayalini görürüm.” (*)
Aşinaydı duyularım hayatın buradaki rengine. Hiçbir şey bırakıldığı gibi kalmıyordu. Doğa yasasıydı bu. Gene de şu dağ, karın aklığını bendinde tutan şu zirve; ve her adım başı karşınıza çıkan çeşmeler…Durduraksız yağan karın selintisinin gölgesinde kurnalardan akıp duran suların çağıltısı çoğalan kar ezgisi…Ötede insanların sessiz, suskun, içe dönük hâlleri…
“Bundan daha perişan gönül hali olur mu?”
Hatırladım…
Dağın yamacında taş kesmiş ejderha geceleri canlanıp dağdan usulca ovaya iniyor, kentin bütün çeşmelerinin sularını yudumlayıp, son uğrak yeri Cennet Çeşmesi’nin suyunda yüzünü yıkayarak gözpınarlarıyla taşıdığı suyu getirip türbedeki Kesikçeşme’nin yalağına bırakıyor. O taşlık yerde gece gündüz demeden akan suyun bereketini buna yoran halamın anlattığı masalı, gene bir kış gecesinde dinlediğimi hatırlattı bana karın yağışı.
Kentin uzaktan görünümü o aklıkta her şeyin silindiğini, eşitlendiğini hissettirmişti bir ânda.
Bu kez, uçağın seyir alanındayım. O beyaz örtü kentin saklı dili olarak çıkıyor karşıma.
Şems-i Tebriz-î’nin satır aralarında geziniyor bakışlarım:
“Gönlümü dava ettin ama, yolunda canımı da feda ettim.”
Kar düşleri beliriyor yere kanatlanarak indiğimizde. Savuran rüzgâr, dağ esintisiyle tozunan kar ayaklarıma dolanıyor. Durup avuçluyorum yurt toprağına kavuşurcasına. Bütün duyularımı uyarıyor kar soğuğu ve karın kokusu:
“Senin uykun, uyanıklık gibidir, ama yine de uyanma.”
İçimdeki kar uykusunun depreşmesini istemiyorum. Dağın uyanışını kucaklıyorum savrulan kar soğuğuyla.
Burada bırakılan, bir daha hiç dönülmeyen zamana geçişin işaretlerini taşıyordu bana her esinti.
Bıraktım kendimi o soğuğa, dağ esintisi, kar savruntusuna… Kapamadım paltomu, yün atkımı dolamadım boynuma, eldivenlerimi çıkarmadım cebimden…
Yönsüz yolcu olmayı seçtim… Gözlerim alışsın istedim beyazın tonlarına. Yürüdüm. Her adımda kulağımdaki kar ezgisini dinliyordum rüzgârın. Kar rüzgârıydı bu, kar ayazı, kar uğultusu… Bazen ıslık çalarcasına gelip yüzünüze vurup geçiyordu.
Uyarıları dinlemesem buradan kentin merkezine, Havuzbaşı’na kadar yürüyeceğim…dilimde ezgisi:
“Havuzbaşı’nda üç testi,
Ne yaman bir rüzgâr esti,
O yâr benden ümit kesti,
Balam kaşların gözlerin,
Seni sinemde gizlerim,
On bir aydır yol gözlerim.”
Kentin dünü ve bugünü oradaydı. Geleceğe dönük düşlerin yolculuklarına oradan çıkılırdı. Başlayan ve süren hayatın izlerine rastlardınız, bir zaman dili olurdu kentin kapılarına açılan bu kavşak. Her kar mevsiminde gelip sizi orada kuşatan bakışın yolcusuydunuz çünkü.
Ayrılmak, uzaklaşmak, bir daha dönmemek üzre yola çıkışların başlama noktasıydı Havuzbaşı kimi zaman.
Her adımda kar yağardı geceye, içinize; yolların ucunda başlardı ayaz. Dilsizleştirirdi sizi karın yağışı. Kapılar kapanır, sokaklar ıssızlaşır, kömür sobalarının kokusu kar buğusuna karışır. Geçitsiz bir gecede, ceplerinde sıcak leblebilerle Nazik Çarşısı’ndan geçerek Kevelciler’den Tebriz Kapı’ya ulaşıyorsun. Kar tufanı alıyor önünü. Kar ışıltısı gecenin aydınlığı sana. Seni bırakmayan duygunun sağanağındasın. Aranızda bir tek karın engâh yağışı, bir de şairin sözleri var:
“Ey sabah rüzgârı, elinden ne gelirse bir gececik onun yurdundan geç!
Gönlün isterse, benden onun tarafına bir selâm götür.
Gönlümü orada görürsen, de ki, vuslat sana haram olsun!
Ben böyle senden uzakta, sen ise hep onunla diz dizesin.
Eğer oraya yetişebilirsen aheste git, yavaş yürü!
Ta ki, zülüflerinin kıvrımları dağılıp da birbirine karışmasın!”
Gecesi dolunay parıltısı, üşütmeyen ayazı kapanan zamanın dilidir. Ağdaşık bir seyirdesinizdir Erzurum’da karın yağışında. Ak örtülü dildir gece, duran zamandır bellekle aranızda. İblisin bekleyişine gölgedir her kar esintisi. Unutulmuş keder, saklanmış avuncun habercisidir. Bazen Emrah’tır söze düşen:
“Hiçbir kimse olmaz bu derde râzı
Nemle tazelensin bahtım beyâzı
Hâtıra düştükçe yâr bazı bazı
Ağla göz yaşıyla yaz bana gönder.”
Ve ansızın karşına çıkıyor Puşkin. Gözlerine göz oluyor bir süre. Kenti adımlıyorsunuz birlikte. Dilinde “Yevgeni Onegin”den ezgilediğin dizeler:
“Bir kulübede şarkılar söyleyerek bir genç kız
Yün eğiriyor, ve, gecelerin kış zamanı dostu,
Çıtırdıyor bir çıra karşısında onun.”
Kalbim, karlı yollarında kentin. Kavuşulmayan bir zamanın mührünü açan dilin dilbendi bakışlarda.
Biliyor ki artık, Doğu’da kış yalnızca karın yağışı, yolların kapanışı değildir. Gönlün buluşamadığı, zemheri ayına dönen tutkusunu hatırlatan bir zamandır da…
_____
(*) Konuşmalar/Makalât II, Şems-i Tebriz-î, Çev.: M. Nuri Gencosman, 1975, Hürriyet Yay., 206 s.
edebiyathaber.net (1 Şubat 2022)