-uzaktaki okur’a
Sessizliğin aynasındaydı kalbim.
Göz göz olan keder, dediğin yerdesin.
Dağın enginliğine tutulu kaldı gözlerim.
Kar yağıyordu kente. Yollar, izler kapanmıştı. Sense yeni izler açmanın yol dervişiydin.
Ceplerimde sıcak leblebiler. Çocukluk alışkanlığım. Bir de sizi hatırlaması güzel.
Karın yağışında yürümek… Hele hele kavuştuğunuz çocukluk kentinizde ruhunuza sinen renkler, kokular, sesler sarmalamışsa sizi…
Bir ezgi zihnimde döneniyor Haçaturyan’dan: “Gayane”. Bu yerlerin izi, rengi var her bir tınısında.
“Bir kar tufanı ömrüm,” demiş anlatmıştın da buraları…
“İnsanın yarası doğduğu yerde iyileşir ancak,” demişti bir hekim. Aklında tutmuştun bunu çocukken.
Şimdi, o yerin yabancısıydı bakışların; içinden çıkıp göçmüştün başka yerlere, başka diyarlara.
Kar yağıyordu kente, ağaçlara, tünemiş kuşların yurduna, kalbime, bir de sessizliğinize.
Kar yağıyordu, kalbim; zamanın zamansızlığına. Belleğin anayan yerlerine. Görünmezlik duvarlarına, grinin bütün tonlarına, elem çarşılarına…
Sadi’nin anlattığı hikâyenin kalbine:
“Biri Mecnun’a sordu:
‘Güzel dostum,’ dedi, ‘sana ne oldu? Artık kabileye uğramıyorsun. Yoksa içinde Leylâ’nın sevgisi kalmadı mı? Hayalin değişip meylin bitti mi?’
Zavallı Mecnun, bunları duyunca yana yana ağladı. Dedi ki:
‘Efendi. Bırak beni!.. Zaten kendi derdim gönlüme yeter!.. Bari sen de yarama bıçak batırma. Benim ayrılığım, ona sabretmenin belirtisi sayılmaz. Nice ayrılıklar zorunlu olur.
Bu sefer adam şu teklifte bulundu:
‘Leylâ’ya bir haberin varsa söyle, ey mübarek huylu, vefalı âşık.’
Mecnun:
‘Sakın,’ diye atıldı, ‘benim adımı sevgilimin yanına götürme. Onun bulunduğu yerde benim anılmam manasız olur.’” (*)
Sen de biliyordun ki, şimdi ondan söz etmek nafile.
Kuşların doğusu
Öyle derdi anneannem:
“Kuşların her yönü vardır, ama doğusu yoktur.”
Bilge kadındı. Her adımda, her sözde onunla zenginleştiğinizi hissederdiniz.
“Maşatlıkta Kuş Sesleri”ni yazadururken bu gelmişti aklıma nedense.
Bir çocuğun gözünden anlatıyordum onu. Hemşinli ömrüne dair hatırladıklarım Hemşince söylediği türkülerde saklıydı. Bilmediğim bir dil de olsa, hissediyordum onun yaşadıklarını, duygularını.
Onun dilinde hayat şenlikli bir yolculuk, yaşamak ise netameli buruk bir ezgiydi.
O çocuk-anlatıcı aklıyla kuşların doğusunu arıyordum yazarak.
Sonunda bulamasa da, şu düşünceye varmış yeni düşüncelere gitmişti:
Bizim durduğumuz, yaşadığımız yere göçle gelirdi kuşlar, göçle de giderlerdi.
İnsan neden hep Batı’ya, kuşlar da Güney’e gider?
Kuzey’in uzaklığı, Doğu’nun yalnızlık ve kederi o gün bugün bilincimde.
Şimdi size dönünce yüzümü, bütün yönlerin ıssızlığı, dilsizliği çağrıştırdığını da düşündüm.
“Maşatlıkta Kuş Sesleri”nde geçmişe dönerken, yaşananı şimdide anlatmayı/şimdiye taşımayı bir bellek yolculuğu olarak aldım. Yani anlatılan geçmiş aslında hatırlanan geçmiştir. İki katmanlı zaman vardır orada: unutulan zaman/hatırlanan zaman. Anneannenin zamanı, anlatıcının zamanı… İlki yaşayan/tanıklık edenin (anneannenin belleği) geçmişe (kendi geçmişine) dair hatırladıklarıdır; ikincisi de onun yakınında duran/ondan dinlediklerini yıllar sonra hatırlayan (torunun) anlatıcının hatırladıklarıdır.
Kanıtlamak için yazmıyorum geçmişteki öyküyü. Tanıklık da değil yaptığım. Belleğimin hatırlayıp buluşturduklarının anlamını okur kendi içinde bulmalı anlatının. Neden/niçin sorularını da kendi sormalı. Eminim ki beklediği yanıtlar anlatıdadır.
Anlatan hem orada/geçmişte yaşayan ve hem de bugünde olandır. Bugündeki geçmişe dönerken, adım adım da onun geleceğe yolculuğuna uzanırız.
Bir anlatıcı yazarken belleğinin kazıcısı kesilir. Eğer bir imgeden yola çıkmışsanız (ki, çoğunlukla da öyledir benim için); evrendeki gerçeklik duygusunun varlığı yeterlidir (sizin için). Yani karşılığı olan bir şeyden söz ediyorsunuzdur. Sizi geçmişte olana döndüren neyse oradaki haline/durum ve duruşuna bakarak bugün de o günü yazıyorsunuzdur. Olmayanı sahici kılmak yaratıcılığının hünerine, dahası düş gücüne kalmıştır. Çünkü o imge havuzunun sizi gezindirdiği aura önemlidir. Aslında orada her şey vardır beş duyunuzu ayaklandıracak. Yazar, bunların farkına varmadan yazamaz. Yazsa da yazdığı yavan kalır.
Hatırlanan zaman benim yazma eşiğimin ötesindekilerdir. İlk sözüm hep o “eşik”te başlayarak hem geriye hem de bugündeki geleceğe doğru ilerler.
Siz bunun adına ne derseniz deyin, yazar yazarken bir türle çerçevelemez anlatısını. Bu yazarken biçimlenendir. Yazar, bir tek yazdığının şiir olmadığının ama şiirsellikten kopamayacağının farkındadır. En azından kendi payıma “yazarken ben” ile “düşünen ben” burada birbirini özgür kılar. Yazdığım kurmaca metinlerin “melez anlatı”ya yakın durması, hatta bunu kurmaya dönük olması da bu yüzdendir. Bir varmış bir (de) yokmuş’u anlatırız çünkü.
“Maşatlıkta Kuş Sesleri” biraz da böyle bir anlatı. Ben de sizin gibi bunun bitmesini bekliyorum. Ama önce elbette siz okuyacaksınız. Gene kar yağdığı bir mevsimde ellerinize bırakacağım sizin.
(*) Sadi, Bostan; Çev.: Hikmet İlaydın, 1975, Hürriyet Yay., 434 s.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (19 Eylül 2017)