Cesaret neymiş biliyor musunuz?
Cesaret, Shakespeare’in, Dostoyevski’nin geçtiği bu dünyada yazmaya teşebbüs etmekmiş.
Sözü geçen bu yazarlara şüphesiz daha pek çoğu eklenebilir. Dehaları kalemlerinin ucundan biz okurlara ulaşan, “İyi ki yaşıyorum da okuyorum!” dedirten, tek bir kimlikle sığındığımız bu dünyada bize başka dünyaların kapılarını açan şahane yazarlar, yazmaya kalkışan herkese aynı zamanda yol oluyor, yoldaş oluyor, tünelin ucundaki ışık oluyor. Yeter ki önce okuyalım sonra da içimizdeki yazmaya dair cesareti arayıp tarayıp bulalım.
Ben şimdi kendi çıtamı yükselteceğim ve sadece yazarak değil, karınca kararınca Dostoyevski hakkında yazarak içimde parlayan cesaretin ışığında ilerleyeceğim. Hatta o ışık gözlerimi öyle kamaştıracak ki hızımı alamayıp Freud’a göre yazılmış en iyi roman olan Karamazov Kardeşler hakkında yazacağım.
Cesur bir okuryazar olabilirim ama haddimi de bilirim. İşe ceketimi ilikleyerek başlıyorum. Satırlar boyunca, hatta sonrasında bir süre daha ceketim hep ilikli kalacak.
“Başucu kitabı” tanımlamasını inatla sevmeyip “Bir kitap okudum, hayatım değişti!” ifadesine çok inanmanın çelişkisini barındırıyorum içimde. Çelişkiler okurluğun şanındandır diyerek durumuma haklılık kazandırmaya çalışıyorum.
Dostoyevski’ye ve tüm eserlerine bunca hayranlık duymamın sebeplerinden biri belki de budur.
Stefan Zweig, “Dostoyevski, psikologların psikoloğudur!” demiş.
Belki ben de Dostoyevski okuyarak kendi ruhumdaki açmazlar için yarenlik, peşimi hiç bırakmayan irili ufaklı suçluluk duygularıma yoldaş arıyorumdur.
Peki buluyor muyumdur? Hem de nasıl!
Karamazov Kardeşler, Dostoyevski’nin son romanı. Üzerinde iki yıl çalışmış ve 1880’de yayınlanmış.
Fyodor Karamazov ve üç oğlu, Dimitri, İvan ve Aleksey etrafında dönen, çok kısa anlatılabilecek bir hikâyeyi, kahramanların ve diğer roman kişilerinin iç dünyalarına girerek, okuru da sonuna kadar dinleyicisi olarak yanında tutup sekiz yüz sayfalık bir romana dönüştürebilmek ancak bir dâhinin işi olabilir.
Romanın bir yerinde geçen “Karamazov’lar filozofturlar, çünkü gerçek Rus olan herkes filozoftur!” tümcesi karakterler hakkında ipucu vermektedir.
Dünya edebiyatının en büyük üç eseri; Sophokles’in Oedipus Rex’i, Shakespeare’in Hamlet’i ve Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’i aynı konuyu, yani baba katilliğini işlemektedir.
Dostoyevski’nin zorba ve çoğunlukla sarhoş babasının ölümü kuşkuludur. Söylentilere göre yanında çalıştırdığı köylüler tarafından öldürülmüştür.
Freud’a göre, Dostoyevski’deki epilepsi krizleri, babasının ölümünün ardından kendini suçlu hissetmesiyle ortaya çıkmıştır ve “yazılmış en iyi roman” olarak tanımladığı Karamazov Kardeşler, yazarın babasını öldürmek istemekteki gizli arzusunu ifşa etmektedir. Bu romandaki babanın öldürülmesiyle yazarın babasının öldürülmesinin arasında kesin bir benzerlik vardır.
Freud, Dostoyevski üzerine yazdığı bir yazıda “Dostoyevski’nin babasının karakteri değişmemiş, yıllar geçtikçe daha da kötüleşmiş olduğu içini ona karşı duyduğu nefret ve ölümünü isteme duygusu ortadan kalkmamıştı. Bu çeşit bastırılmış istekler, hayat tarafından gerçekleştirilecek olurlarsa tehlikeli durumlar ortaya çıkar. Yani kuruntular gerçek haline gelmiş ve savunma tedbirleri daha da güçlenmiştir. Böylece Dostoyevski’nin nöbetleri sara biçimini almıştır.” demektedir.
Aynı yazıda Dostoyevski’yi yaratıcı ve üstün zekalı bir sanatçı, nevrozlu bir hasta, bir ahlakçı ve günahkâr bir kimse olarak tanımlamaktadır. Duygusal hayatı olağanüstü bir gerilim taşımaktadır. Bireyin içgüdüsel istekleri ile topluluk hayatının gereklerini uzlaştırmak için çetin savaşlara girdikten sonra dünyasal ve ruhsal otoritelere baş eğmek, Hıristiyanların Tanrısının ve Çar’ın önünde eğilmek ve kaba bir Rus Milliyetçiliği düşüncesine bağlanmak durumuna düşmüştür.
Nevrozlularda çoğu kere görüldüğü gibi, Dostoyevski’nin babasını öldürme isteğinden kaynaklanan suçluluk duygusu altından kalkamadığı ağır bir borç biçimine bürünmüş ve maddi borcu olduğunu bahane ederek, kumar masalarının başından ayrılmaz hale gelmiştir. Freud, son meteliğine kadar kaybetmeden rahat edemeyen Dostoyevski için kumarın da bir çeşit kendini cezalandırma yöntemi olduğunu söylemektedir. Kumar yüzünden parasız kalarak kendini ve karısını feci duruma düşürdüğü zaman bundan patolojik bir doygunluk sağlamaktadır. Kendisine verdiği cezalarla suçluluk duygusunu doygunluğa ulaştırdığı zaman eseri üzerindeki engellemeler hafiflemekte ve Dostoyevski başarıya giden yolda ilerlemektedir.
Dostoyevski kendisini “Benim kişiliğim her zaman karamsar, hastalıklı ve heyecanlı olmuştur!” diye anlatmaktadır.
Belki de bazı büyük romanlar işte böyle nevrozlu ve heyecanlı yazarların kaleminden çıkmaktadır.
Freud, dostu Stefan Zweig’a yazdığı bir mektupta: “Baba katilliğini ele aldığı Karamazov Kardeşler, Dostoyevski’nin kişisel sorunudur!” der.
Romandaki üç kardeşin anneleri farklıdır ve genç yaşta ölmektedirler. Dostoyevski’nin kendi annesi de genç yaşta tüberkülozdan ölmüştür. Kitabı yazmaya başlamadan önce üç yaşındaki oğlu Alyoşa’yı kaybetmiştir. Bu durumda romanın en iyi, en temiz ve sevgi dolu karakteri Alyoşa’yı kaybettiği oğlundan yola çıkarak yazdığı düşünülebilir.
Romanda Alyoşa: “Çağımızın gençlerindendi; yani yaratılıştan dürüst, gerçeği öğrenmek isteyen, arayan, ona inanan, bir kere inandıktan sonra da ona kavuşmayı bütün varlığıyla isteyen, her şeyini, canını bile vermek pahasına bu yolda çabuk utkuya ulaşmak çabasıyla içi yanan gençlerdendi.” diye anlatılmaktadır.
Dostoyevski’nin güçlü bir Tanrı inancıyla tanrıtanımazlık arasında gidip geldiği, romandaki karakterlerde ortaya çıkmaktadır. İvan: “Peygamberleri, saralıları, özellikle Tanrı elçilerini hiç sevmem ben.” der. Öte yandan Zosima Dede ve müridi Alyoşa, güçlü tanrı inançlarıyla romanın iyileri olarak öne çıkmaktadır.
“Gerçekçide mucize inancı doğurmaz, inanç mucizeyi doğurur!” der Dostoyevski. Bu iki gerçekçi ve inançlı karakter, romanın mucizelerinin kaynağı olacaklardır.
Gayrimeşru oğul Smerdyakov şunu savunur: “Ölümsüz bir Tanrı yoksa, erdem denilen bir şey de olamaz, olmaması da gerekir zaten!” Bu karakterde tanrıtanımazlıkla erdemsizlik bir arada sunulmaktadır ve Smerdyakov saralıdır.
“En büyük ruh doktorlarının söylediklerine göre, her şeyde kendilerini alabildiğince suçlamak saralılarda bir tutkudur. Bir şeye ya da bir kimseye işledikleri suçlar yüzünden kendi kendilerine eziyet ederler, vicdan azabı çekerler. Oysa çoğunlukla suç falan yoktur ortada.” tümcelerinde Dostoyevski, kendi yaşadığı ruhsal ve zihinsel çelişkileri romanındaki karakterler aracılığıyla ortaya çıkarmaktadır.
Bana göre Dostoyevski’nin karakterleri sadece beyaz ya da sadece siyah değillerdir. İnsana dair tüm zaaflarıyla son derece gerçekçi ve inandırıcı olarak, deyim yerindeyse ete kemiğe bürünmektedirler. En kötüsünden bile nefret etmek mümkün olamamakta, okurda içten gelen bir şefkatle karakteri anlama isteği ortaya çıkmaktadır.
Bir başka dev kalem Gabriel Garcia Marquez’in, herkesin işleneceğini bildiği bir cinayeti anlattığı Kırmızı Pazartesi romanında, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inden esinlendiği söylenir.
Yani diyeceğim odur ki, Freud’un üzerine incelemeler yazdığı, Zweig’la mektuplaştığı, Marquez’in esinlendiği bir yazar ve onun bir eseri hakkında yazmaya teşebbüs etmek bana göre cesarettir. Ve hayat cesurları sever!
Arkadaşına yazdığı bir mektupta şöyle der Dostoyevski: “İnsanı anlamak istiyorum. Tüm bir hayat boyunca bunu anlamak için çabalamak zorunda kalsan bile buna değer!”
Karamazov Kardeşler, böyle bir çabanın sonunda ortaya çıkmış, sadece psikoloji değil din, siyaset ve felsefe tartışmalarını da barındıran, son derece derinlikli bir eserdir. Okumamak, eksik kalmaktır!
Romanının afili avukatı Fetyukoviç’ten mahkemede söylediklerinden güzel bir alıntıyla bitirelim:
“Dünyada uzun süre kalmayacağız. Kötü çok şeyler söylüyoruz, yapıyoruz. Bu bakımdan fırsatını bulunca birbirimize iyi şeyler de söylemeliyiz!”
*Freud’un “Dostoyevski ve Baba Katilliği” yazısından alıntılar yapılmıştır.
edebiyathaber.net (3 Ekim 2022)