“Karanlığın Yüreği”, 3 Aralık 1857’de Ukrayna’da doğan, 3 Ağustos 1924’te ölen Polonya asıllı İngiliz yazar Joseph Conrad’ın en tanınmış romanlarından biridir. Dört yıl arayla önce annesini sonra babasını kaybeden Conrad, on bir yaşında öksüz olarak Krakov’da yaşayan dayısının himayesine verilir. Sorunlu geçen gençlik yıllarında kumarbaz olur. Birkaç defa intihar teşebbüsünde bulunur. İngilizceyi yirmi yaşından sonra öğrenir ve İngiliz edebiyat tarihine geçen bir yazar olur. Birçok eleştirmence modernizmin öncülerinden kabul edilmektedir.
“Karanlığın Yüreği” sayfa sayısı olarak bir novella gibi görünse de, içeriği, derinliği ile birçok uzun romandan daha etkileyici, ölümsüz bir eserdir.
Marlow isimli denizci, dört arkadaşına yaşadığı büyük macerayı anlatmaktadır. Marlow, yengesinin hatırlı dostlarının yardımıyla Afrika’da (Kongo) bir gemi kaptanlığı elde eder. Görevi, küçük gemisiyle Kongo ırmağında tehlikelerle dolu uzun bir yolculuk yapıp, fildişi avcılığında efsaneleşmiş Kurtz’a ulaşmaktır.
İyi bir gözlemci olan Marlow, bu zorlu seyahat boyunca, hem kendisiyle hem sömürgeci Batılıların medeniyet götürme gibi türlü kılıflar arkasına gizledikleri bahanelerle Afrika kıtasında yaptıklarıyla, son olarak da Kurtz’un kişiliğinde sembolleşen insanın en karanlık doğasıyla ilgili derin farkındalıklar yaşayacaktır. Nehrin derinliklerine yaptığı yolculuk, aynı zamanda insan ruhunun karanlık yönlerine yapılan bir yolculuktur.
İlk bölümde, Marlow’un gemisine ulaşana kadarki kişisel serüvenine tanık oluruz. Gemiyle Kongo Irmağındaki yolculuğun başladığı ikinci bölümde ise, bölgenin zenginliklerini sömürmek isteyen Avrupalıların, daha çok fildişi elde etmek için bölgede yaptıkları zulümler, adaletsizlikler, doğada ve insanlar üzerinde yaptıkları tahribatlar, zalimlikler Marlow’un gözünden bir gazeteci tanıklığıyla anlatılıyormuşçasına arkadaşlarına, dolayısıyla okuyuculara aktarılmaktadır. Bu bölüm boyunca, Kongo nehrinin ücra köşelerinin karanlığına, Avrupalıların aşağıladıkları, insan olarak görmedikleri yerlilere yaptıkları zulmün karanlığına ve Kurtz’un kişiliğinde, insanın içinde gizli olan kötülük yapma arzusunun karanlığına doğru yol alınır.
Üçüncü ve son bölümde ise, Marlow’un Kurtz ile karşılaşana kadar onun hakkında sürekli değişen, bazen birbiriyle çelişen düşüncelerine ve nihayetinde ikisinin karşılaşmalarına tanık oluruz. Marlow için Kurtz, başlangıçta merak uyandıran, ilginç bir kişi iken, giderek karanlık yönü ortaya çıktıkça bulunduğu ortamın Tanrısına dönüşmüş; erişilmesi, anlaşılması, kavranması güç biri haline gelir. Marlow’un Kurtz’la ilgili söyledikleri sürekli şekil değiştirir. Kimi zaman ürkütücü bir Tanrı, kimi zaman içi kof biri olur onun gözünde ama etkileyiciliğin ötesinde büyülenmiştir.
Ona ulaştığında Kurtz ölmek üzeredir. Onu geri götürmek için gemiye alır ama Kurtz yolda ölür. Bir yıl sonra Marlow, Kurtz’un ona deli gibi aşık olan ve hala sanki yeni ölmüş gibi yas tutan eşini ziyaret eder. Tanık olduğu tüm zalimlik ve vahşete rağmen, vicdanı, insani yönü ağır basan Marlow, Kurtz ile ilgili gerçeği karısına söyleyemez. Kurtz, son nefesinde ‘dehşet, dehşet’ demesine rağmen, yaslı karısına onun ismini söyleyerek öldüğü yalanını söyler.
Neden önemli bir kitaptır?
1899 yılında yayımlanan kitap, birçok yazınsal yenilik getirmiştir. Sadece o dönemin değil, farklı şekillerde günümüzde de devam eden insan olmakla, coğrafya ile ilgili gerçekleri bir roman vasıtasıyla insanlara aktaran Conrad, aydın olma sorumluluğunu yerine getirdiği için ve yazılmasının ardından klasikleşerek yıllarca üzerinde araştırmalar, tartışmalar yapıldığı için ölümsüz bir edebi esere imza atmıştır. 1979 yılında, yazılmasının üzerinden onca sene geçtikten sonra, kitaptaki Afrika ortamını Vietnam’a taşıyarak o yılın sinema olayına imza atan usta yönetmen Francis Ford Coppola, “Apocalypse, now” ismiyle kitabı filme uyarlamış; film birçok ödül kazanmış ve romanın güçlü mesajını yeniden insanlara iletmiştir. Perde de Kurtz’u Marlon Brando canlandırmıştır.
Roman bugün okunduğunda, yine aynı güçlü etkiyi yarattığı için de başarılıdır.
Kurgu, üslup, karakter
Yazıldığı dönem için birçok yenilikler içerse bile, kurgu açısından düz bir anlatımı vardır. Marlow, olayları olduğu sırayla, kafasındaki kronolojiye göre anlatmaktadır.
Yazarın üslubu; araştırmacı, gözlemci bir gazetecinin anlatımına yakındır. Anı ya da gözlem aktarımı gibidir. Yazar, sade bir anlatımı tercih etmiş; olayları ve hissettiklerini zaten yeterince dehşet verici bulduğundan olsa gerek fazla abartılı betimlemeler yapmamıştır. Yer yer fantastik, sürrealist sayılabilecek ifadeler bulunmaktadır.
Romanın kahramanı veya ana karakteri başlangıçta Marlow gibi görünse de, ilerleyen sayfalarda kahraman Kurtz olmaktadır. Kurtz bir kahraman mıdır, sembol müdür, iyi midir kötü müdür, cesur mudur korkak mıdır; yazar bilerek, isteyerek okuyucuyu tereddüt içinde bırakmaktadır. Yazar, Kurtz karakterinde, insanlığın karanlık yönünü anlatırken; sanki, kendi karanlık yönümüzle de yüzleşmemizi istemektedir. Çeşitli çağrışımlar ve imgelerle Kurtz’a gerçeküstü bir görünüm de kazandırarak, onu unutulmaz bir roman kahramanına dönüştürmeyi başarmıştır.
En etkilendiğim paragraf
“Yüzünde oluşan değişimlere benzer şeyi daha önce asla görmemiştim ve umarım bir daha da asla görmem. Hayır etkilenmemiştim. Büyülenmiştim. Yüzünde sanki yırtılmış bir perde vardı. O fildişinden suratında karanlık bir kibir, acımasız bir güç, namertçe bir korku, yoğun ve umutsuz bir keder ifadesi gördüm. Acaba o yüce ve katıksız bilgelik anında hayatındaki arzularını, günahlarını ve teslimiyetlerini tüm ayrıntılarıyla yeniden mi yaşamıştı? Gözlerinin önüne gelen bir imgeye, bir hayale fısıltıyla haykırdı, iki kez haykırdı; bir soluktan farksızdı bu haykırış: Dehşet! Dehşet!”
Bu paragraf romanın son bölümünde (sayfa 147) yer almaktadır. Marlow’un gemide, ölmeden önce Kurtz’u son gördüğü anı anlattığı bölümdür.
Tüm yaşadıklarının Kurtz’un yüzüne yansıması çok etkileyici bir dille anlatılmıştır. Ölmeden önce insanların tüm yaşadıklarının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiği söylenir. Kurtz’un kendi film şeridini gördüğü ve bu yüzden geç bir farkındalıkla “dehşet, dehşet” dediği hissedilmektedir.
Romanın ana teması
Bitmek, tükenmek bilmeyen, dizginlenmeyen merak, hırs ve açgözlülüğün hem bireylerin hem de toplumların hayatında, onları başlangıçta tahmin dahi edemeyecekleri ve sonra da geri dönemeyecekleri ve hatta içinde kaybolacakları durumlara sürükleyebileceği gerçeğinin ana tema olduğunu düşünüyorum. Kediyi sadece merak değil; hırs, açgözlülük, kural ve sınır tanımazlık da öldürür.
Son olarak, kitabı okurken beğendiğim, altını çizip, üzerinde düşündüğüm bazı cümleleri de aktarmak istiyorum.
“Onlar fatihtiler ve bunun için sırf kaba kuvvet kullanmak yeter-bu da övünülecek bir şey değil, zira senin gücün, diğerlerinin zayıflığından kaynaklanan bir tesadüftür sadece.” (sayfa 42)
“Marlow’un bir sonuca vardıramadığı deneyimleriyle ilgili bir hikaye daha dinlemeye mahkum olduğumuzu anladık.” (sayfa 43)
“Fakat anlaşılan o ki, aynı zamanda önde gelen işçilerden biri olacaktım, anlıyor musunuz? Adeta oralara ışık götüren, özel bir elçi, öncü bir misyoner gibi. O sıralarda bu tür zırvalara gazetelerde ve insanların sohbetlerinde sıkça rastlanıyordu.” (sayfa 51)
“Şiddetin, açgözlülüğün ve şehvetli arzuların yarattığı acılara tanık oldum; fakat Tanrı aşkına! İnsanları –insanlar diyorum bakın- hakimiyetleri altına alıp giden güçlü, kanlı canlı, gözlerini kan bürümüş iblislerdi bunlar. Bu tepenin üzerinde dururken, o memleketin kör edici güneşinde, sahtekar, açgözlü ve amansızca çılgın bir iblisle tanışacağımı önceden sezinliyordum. Onun da nasıl sinsi biri olabileceğini ancak aradan birkaç ay geçtikten ve bin mil öteye gittikten sonra anlayacaktım.” (sayfa 58)
“Ben küçük bir çocuk kadar zararsızım, ama bana emredilmesinden hoşlanmam.” (sayfa 84)
“Neyse ki, içimizdeki gerçeklik gizlidir.” (sayfa 89)
“Buharlı gemi, karanlık ve akıl almaz bir cinnetin kıyısında, bin bir zahmetle, ağır ağır ilerliyordu. Tarihöncesi insanı bize küfür mü ediyor, dua mı ediyor, yoksa bizi karşılıyor muydu, kim bilir?” (sayfa 91)
“Elbette, aşırı korkak ve duyarlı bir budala her zaman güvendedir.” (sayfa 92)
“Açlık korku tanımaz, hiçbir sabır onu aşındıramaz, açlığın olduğu yerde tiksinti barınamaz; batıl inanca, itikada ve ilke diyebileceğimiz kavramlara gelince, rüzgarda savrulan saman tozundan başka bir şey değildir bunlar.” (sayfa 101)
“Her şey ona aitti, fakat bunun önemi yoktu. Esas bilinmesi gereken şey onun neye ait olduğu, kaç tane karanlık gücün Kurtz’a sahip çıktığıydı. İnsanın tüylerini baştan aşağı ürperten de bu düşünceydi.” (sayfa 113)
“Kurtz’un yaradılışına tüm Avrupa katkıda bulunmuştu.” (sayfa 114)
“Biraz daha ilerledim, dedi. Sonra biraz daha-sonra o kadar ilerledim ki, nasıl geriye döneceğimi kestiremedim.” (sayfa 123)
“Bu adam çok ıstırap çekmişti. Tüm bunlardan nefret ediyordu, ama her nedense kurtulamıyordu.” (sayfa 126)
“O kafaların orada olmasının kararlılıkla uzaktan yakından alakası yoktu. O kafalar, Kurtz’un bazı ihtiraslarını tatmin etmekte sınır tanımadığını, içinde birtakım şeylerin eksik kaldığını –acil bir ihtiyaç doğduğunda, o muhteşem hitabet gücüyle altından kalkamadığı ufak bir mesele olduğunu gösteriyordu yalnızca. Bu eksikliğin farkında mıydı Kurtz, bilemiyorum. Sanırım en sonunda idrak etti, ama en sonunda. Fakat vahşi doğa daha erken davranıp onu ele geçirmiş ve bu akıl almaz işgalin intikamını korkunç bir şekilde almıştı. Sanırım doğa kendisiyle ilgili, farkında olmadığı, ancak bu büyük yalnızlık sayesinde kavradığı bazı şeyler fısıldamıştı ona; karşı konulmaz bir büyüleyiciliği vardı bu fısıltının. Çok büyük bir yankı yarattı içinde, çünkü kof bir adamdı Kurtz…” (sayfa 128)
“Bu kafalar asilerin kafasıydı. Ben kahkaha atınca çok şaşırdı. Asiler! Daha ne tanımlar duyacağım acaba? Daha önce düşmanlar, suçlular, işçiler vardı ve bunlar da asilerdi. Kazıkların üzerindeki o asi kafalar, bana epey boyun eğdirilmiş gibi göründüler.” (sayfa 129)
“Gözlerindeki ateşle surat ifadesindeki durgunluk ve sükunet etkilemişti beni. Hastalıktan kaynaklanan bir bitkinlik değildi bu. Acı çeker gibi bir hali yoktu. Doygunluğa ulaşmış ve sakin bir görüntüsü olan bu Gölge sanki tüm his ve heyecanlarını tatmin etmiş gibiydi.” (sayfa 132)
“Kurtz nüfuz edilmez bir karanlığın içindeydi. Güneş ışıklarının asla erişemediği bir uçurumun dibinde yatan birine bakar gibi baktım ona.” (sayfa 146)
“Tuhaftır yaşam, acımasız mantığın faydasız bir amaca yönelik gizemli düzeni. Hayattan en fazla kendinizle ilgili bir şeyler öğrenmeyi umabilirsiniz –ki o da çok geç öğrenilir- bir alay telafi edilemez, bastırılamaz pişmanlık yaşanır.” (sayfa 148)
“Belki de tüm bilgelik, tüm gerçek ve tüm içtenlik, görünmezin eşiğini aştığımız o ufacık anın içine sıkıştırılmıştır.” (sayfa 149)
“Toparlanması gereken fiziksel gücüm değildi. Hayal gücümün yatıştırılmaya ihtiyacı vardı.” (sayfa 150)
Ahmet Erdemli – edebiyathaber.net (1 Temmuz 2019)