“Her şeyi bırakıp döndüğümde hastaydım. Ruhumun derinlerinden fışkırıp bütün bedenime dağılan ve tedavisi olmadığını nihayet anladığım bulaşıcı bir umutsuzluktu bu. Yapılabilecek bir şey, gidilebilecek bir ötesi yoktu. Döndüm.”
Kişisel alanımı, iç odamı karantinaya alalı çok oldu. Hastalık sarmıştı orayı. Umutsuzluk, utanç, en çok da öfke. Her şeyi yıkan, kılıcı en derine saplayan öfke. Ve küçük bir kız çocuğunun ilkokul bahçesinde attığı çığlıklar. Yıllar boyu yankılanıp devleşen çığlıklar. Neden? Kim bilir? (Belki odamın duvarları bilir ama ben, hayır, ben bilmem.)
Kilitledim. Hepsinin üstüne kilitledim kapıyı. Adım atmadım. Aylar oldu. Tek adım atmadım. Tek satır yazmadım. Korktum hastalığın her yeri kaplamasından; odadan taşıp tüm hayatıma yayılmasından.
Hakkında yazmak için kenara ayırdığım kitapların üstü toz tuttu. Unuttum, neydi onları özel kılan? Silindi bendeki yankıları. Dost bildiğim metinler uzak tanışlara döndü. Odam hâlâ kilitliydi. Hâlâ hastaydı. Hâlâ korkuyordum.
“Baktığım her yer, duyduğum her ses yalnızca can çekişen hayvanların ve insanların çığlıklarını çağrıştırıyordu bana.”
Sonra koronavirüs. Sonra gerçek bir karantina, gerçek bir hastalık. Sığınacağım tek yer ise şimdi kapalıydı bana. Günler boyu bitmeyen bir endişe ve haber akışı, günler boyu bitmeyen bir uyuşma ve bekleyiş. Günler boyu kapalı kapının önünde voltalar. Dışarı çıkmak değildi istediğim; içeri girmeliydim. Dıştaki karantinayı sürdürebilmek için içeri girebilmeliydim.
“Toprak yağmur tutmuyordu artık, bitkiler ölüydü, babam ölmek üzereydi, ben ölüyordum.”
Böylece Ezgi Polat’ın kitabını, Hiçbir Yerin Ortasında’yı yeniden aldım elime. Sildim üstünü kaplayan tozu, çevirdim sayfalarını, yeniden okudum not aldığım satırları. Kapıyı bu satırlarla kırabileceğimi düşündüm. Zira Polat’ın öyküleri çoklukla kapalı kalmış bir şeylerden söz eder. Karanlıkta, kilit altında olandan; dışarı çıkmak isteyen ama korku duyandan. Ve dışarı çıkamadıkça ya da (belki, benim durumumda) içeri giremedikçe var olamayandan.
“Sanki etrafımdakiler bana bir alan bırakmamak için yemin etmişlerdi. Var olamıyordum. Bütün bunlar canımı sıkıyordu.”
O kapının önünde duruyorum. Açmaya korkuyorum. Hiçbir Yerin Ortasında. Bu kitabı seçmem bir tesadüf değil, biliyorum; bu korkuyu Polat’ın karakterlerinde de okuyorum.
“Oğlan sert bir dalganın kendine doğru geldiğini hissediyor ama henüz kürekleri nasıl tutacağından bile emin değil.”
O sert dalga bizzat benden ibaret. Belki uzun zamandır bunu kabullenmeye çalışıyorum. Kişisel alanımın, iç odamın hastalığı bizzat benim. Karantina altına aldığım tam da sözcüklerim, çığlıklarım, karanlığım ve belki aydınlığım.
İç kapılar kapalıysa hep karantina altındasın, bunu şimdi, yavaş yavaş anlıyorum.
“Her şey sınırlarla belirlenmiş, dışına çıktığın an kendini suçlu hissediyorsun. Yalnızca bana verilen görevleri tamamlayıp içimin bomboş olduğunu fark ettiğim tatminsiz yaşamıma üzülerek ölmek istemiyorum.”
Kapıyı açabilecek miyim, bilmiyorum. İçeride ne bulacağım, bilmiyorum. Evet, dışarıda bir salgın kol geziyor. Ama ben en çok içte kapalı kalandan korkuyorum. Onunla yüzleşememekten… Ve yüzleşmekten.
“Güvertenin ucunda bir süre durdum. Gözden kaçırdığım bir şey olmalıydı, bakmayı unuttuğum için göremediğim bir şey. Tekne olmasını umduğumdan çok başka bir yerdeydi.”
Kaynak: Ezgi Polat, Hiçbir Yerin Ortasında, Can Yayınları, Ekim 2019, İstanbul.
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (8 Nisan 2020)