Küresel kapitalizmin “yeni dünya düzeni” denen gerçekliği azgelişmiş ülkelere benimsetmesi üzerine, böylesi yeni bir durum da çıktı karşımıza: kargo toplum.
Bunun özcesi de şudur: üretmeyen toplum sürekli tüketir, tükettikçe de şunu yineleyip durur: “kargo ile gönderin!”
Sanırım Yunanistan’ın geldiği durum biraz da bunun sonucudur.
Sanmayalım ki, Avrupa Birliği bünyesindeki tüm ülkeler belli bir “gelişmişlik” düzeyindedir. Geçmişteki İspanya’nın, Portekiz’in; yenilerde İtalya ve Yunanistan’ın durumunu düşünelim. Bunlara eklemlenen, “soğuk savaş” sonrasının armağanı yeni ülkelerin durumlarıysa hiç de iç açıcı değil.
Avrupa cephesinden bu böyle. Ama asıl bizi ilgilendiren kendi gerçekliğimiz. Bugün buruk gülümsemeyle Yunanistan’ın başına gelenleri izlerken dönüp kendi gerçekliğimize hiç bakmıyoruz bence!
Koşar adım üretmeyen bir toplum olmaya doğru gidiyoruz.
Tarım alanındaki veriler en temel gösterge. İşlenmeyen/işlenemeyen topraklar, yerli tohumlara edilen veda, modern tarımcılıkta eğitim / kredi destek eksiği, meyve bahçelerinin imara açılması, üreticiden alımların düşük fiyatlarla yapılması köylüyü / üreticiyi kırsaldan kente göçe, başka gelir kaynakları, geçim imkânları bulmaya ve yaratmaya zorluyor.
Buralardan kentlere gelen insanların vasıfsız ve mesleksiz, kentlerin yeni sahipleri olarak çalışma hayatına girmeleri… İşte bu giderek toplumsal sınıfların neredeyse varlığı ve tanımını yapamadığımız bir sürüleşme sürecini yaşamaya itiyor toplumu.
Toplumsal genleşme dediğimiz şey işte bu vasıfsızlaşmanın doğurduğu vasatlıktan da kaynaklanmaktadır. İşini iyi yapamayan, özensiz, hayatının her alanında iğretilikten yana insan profili durmaktadır karşımızda. Yapay zenginlikler, bir bakıma üretilip beslenen yoksulluklar…
Korkut Boratav, bir söyleşisinde haklı olarak şunun altını çiziyordu:
“Örgütlü halk tehlikelidir ve dağıtılmalı; ama fakir insanlar gözetilmeli, program bu. Yoksullar eskiden birbirlerinin yoldaşı idi. Şimdi rakip görüyorlar birbirlerini.”
Tembelleştikçe yoksullaşan, yoksullaştıkça da muhafazakârlaşan bir halk… Görmeyen, sahiplenmeyen, sürüklenen… Yanıbaşındakiyle ilgilenmeyen; oturduğu sokağı bilmeyen, talan edilen yerin farkında olmayan, kirletilen suyuna itiraz edemeyen örgütsüz bir halk… Ağacı kesilirken susan, nefes aldığı gökyüzü beton yığınlarıyla donatılırken umursamayan bir halk… İşte bu mesleksizleştirmenin de bir sonucudur. Çünkü onun yeryüzünde dinden, tek kitaptan başka hiçbir aidiyeti yoktur, öğretilmemiştir. Üretim ilişkisi nedir bilip öğrenmemiştir… Durarak almayı, çalışmadan kazanmayı yaşamak sanmıştır hep.
Toplum dinamiklerine bakınca, küreselleşme salgınının hayatın her alanını nasıl kuşattığını gözlüyorsunuz. Aidiyetini, kimliğini yitiren bir topluma dönüşüyoruz günbegün.
Üretemeyen toplumun köleleşmesi kaçınılmaz. Kendi olamayan insanın ne gelenekle ne de bugünkü insani değerlerle bir alışverişi vardır. Gözü, bakışı, çabası sürekli başkasının ürettiğini tüketme derdindedir.
Böylesi bir dünyada kişinin kendi değerlerini var edememesi ise toplumsal çatışmayı getiriyor. Ayrışma, çözülme de bunun ikliminde var oluyor… Din ve mezhep çatışmalarına kapı aralayan bir boyutu vardır işte böylesi bir aidiyetsizliğin, her açıdan yaşanan yoksullaşmanın.
Bugünün Ortadoğu gerçeğine bakınca asıl okumamız gereken de budur. Neredeyse tümü birer “kargo toplum”a dönüşmüş olan Ortadoğu ülkeleri küresel güçlerin hegemonyası altındadır. Yaratılan “Arap baharı” safsatası önemli bir göstergedir.
İnsanlara barışı değil savaşı öğretiyorlar bu bölgede.
Savaşçılığı bir “meslek” olarak gören kuşaklar yetiştirmeye başladı mı bir toplum; anlayın ki orada ne sosyal barış ortamı, ne ekonomik eşitlik, ne üreten bir halk, ne de “adil düzen” vardır.
Azgelişmişliği bir kader olarak gören halklar yığını “devletimiz çok yaşa” teranesiyle ayin yaparak gün geçirmektedir. En derin acı bile öfkeye dönüşmüyorsa, tepki getirmiyorsa; nasıl sürüleştiğimizin, nasıl bir ruh kamaşması yaşadığımızın düşünülmesini isterim sevgili okurum.
Mesleksizleşme işsizleşmeyi, yoksullaşmayı getirir. Ya da tam tersi insanları başka yollara yöneltir. Toplumun asıl kirlenmesi de işte bu süreçte başlar. Hiçbir mesleği olmayan, üretmeyen “yeni zenginler” türetmeye başlar toplum. Hatta olmayan “yeni meslek”ler çıkar bir bir ortaya.
Evet, önce, sanırım “çalışma”nın ne olduğunu öğretmek gerek bir topluma. Aileden başlamalı ki işe, bu ailelerden yetişecek yeni nesil de görerek/ yaşayarak öğrensin çalışmanın gereğini / değerini. Ve tabii ki eğitim-öğretimin ilk on ilkesi içinde de yer almalıdır meslek/çalışma kavramları.
Evet, tüm bunların başında üretmeyen bir halk güdülür düşüncesi hakimdir. Eğer, siz, giderek toplumu mesleksizleştiriyorsanız o ülkenin geleceğini de tehlikeye atıyorsunuz demektir. İnsanımızı beceriksiz, kendine güvensiz, “ne iş olsa yaparım abi” mantığına hapsedip şiddeti ve yoksulluğu da besliyorsunuz bilmem bunun da farkında mısınız?
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (22 Aralık 2015)