İngiliz Edebiyatı’nın usta yazarlarından John Fowles’in, birçok yayınevinden geri çevrilmesi bir yana, ilk kitap özelliği taşıyan “Koleksiyoncu” adlı romanındaki başarısı, Fransız Teğmenin Kadını, Büyücü, Yaratık gibi ünlü romanlarını dahi aşıyor.
Romanı iki ayrı bakış açısıyla okumak ve değerlendirmek mümkün. Dışsal bakış açısıyla okuduğunuzda birtakım psikolojik sorunları olan bir kelebek koleksiyoncusunun, platonik olarak âşık olup kaçırarak evinin mahzenine kapattığı resim öğrencisi genç kızla ilişkilerinin yansıtıldığı yorumunda bulunabilirsiniz. Ancak Fowles’in ustaca kurgusuyla derin bir psikolojik içeriğe bürünen romanda, hayata ve kadın erkek ilişkisinden de öte insan ilişkilerine, sanata dair pek çok önemli ipucu yakalamak olası. Kısaca “Koleksiyoncu”, şiir sanatında olduğu gibi her okurun farklı pencereden bakabilmesine zemin hazırlayan bir eser.
İşçi sınıfını savunan üniversite öğrencisi bir ressam kızla büyük ikramiyeyi kazanmış, tek uğraşısı kelebek koleksiyonu olan sıradan bir adamın aralarındaki eğitim ve sınıf farklılığının vurgulandığı satırlar dikkati çekiyor: “Sıradan insan uygarlığın lanetidir. Ama o denli sıradandı ki olağandışıydı.”
İşte bu sınıf farkı ve eğitim çatışması gibi unsurların eşliğinde, bir psikopatın tutkulu aşkının tüm yönleriyle sergilenmesi, aşkın birçok çeşidinden birini gözler önüne seriyor. Bu arada yaşından çok daha olgun özellikleri olduğu sezdirilen Miranda’nın duygusal çatışma öğelerine de yer veriliyor. Kendisini kaçırarak esir tutan adamla (Frederick) mecburen ortak yaşam sürdüren genç kadın, tutsaklığın gerginliğinde, zaman zaman özgür günlerini hatırlayarak zihninde kadın erkek ilişkilerini sorguluyor.
Romanın giriş ve sonuç bölümleri koleksiyoncunun ağzından anlatılırken gelişme bölümünün genç kadının gözünden verilmesi arada kurgunun enerjisini değiştiriyor ve eserin dimağda çok daha hoş bir tat bırakmasını sağlıyor.
Tutsaklık temasının işlenmesi sırasında, insanların zorunluluk ve çıkar söz konusu olduğunda farklı rollere bürünebildikleri durumların başarıyla kaleme alındığına şahit oluyoruz: “Beni deli ediyor; bana çevresinde dans etmek, keyfini kaçırmak, serseme çevirmek, şaşırtmak arzusu veriyor. Beni değişkenliğe, rol yapmaya, hava atmaya zorluyor. Zayıf insanların tiksindirici zorbalığı.”
Okuru, tarihi bir evin mahzeninin derinliklerine çeken, akıcı dille yazılmış bir psikolojik roman “Koleksiyoncu”. “Her yanıma gizli yaralarını seriyor… Nedeni benim. Ben onun deliliğiyim. Yıllar boyu deliliğine bir özne arıyordu. Sonunda beni buldu,” gibi cümlelerle hoşnutsuzluğunu ifade eden kızın, bu psikopat adamı roman boyunca gerçekçi bir şekilde analiz ettiğini fark ediyoruz.
Roman boyunca belki de umudun ve yaşama bağlılığın gücü, bir psikopatın ne derece tehlikeli olabileceğini göz ardı etmenize neden oluyor. Yeri geldiğinde bir anahtar deliğinden gördüğü gökyüzü parçasına sahip olduğu için bile avunan Miranda’nın umudu, okuyucuyu da besleyecek ve inandıracak kadar büyük. Çaresizliği, kızın içine dönmesini ve derin düşünerek ilginç tahliller yapmasını sağlıyor: “Araba geçiyor mu diye kulak kabarttım, bir puhu kuşu ve bir uçak sesinden başka bir şey işitmedim. Keşke insanlar altlarında neler olup bittiğini bilselerdi. Hepimiz uçakların içindeyiz.”
Bu arada adamın tutkusu ve paranın verdiği güçle aşırıya kaçan harcamaları genç kadını şaşkınlığa düşürüyor. Hapis tutulduğu mahzende ağzından çıkan her şeyin kat kat fazlasına sahip olabilmesi ironik bir durum oluşturuyor. İşte bu noktada okur, paranın yanlış ellere geçtiğinde ortaya çıkan sonuç hakkında düşünmeye sevk ediliyor. Burada romanın sosyal yönü de devreye giriyor. Misal, koleksiyoncunun kendisi hakkındaki düşüncelerini itiraf ettiği satırlar: “Bence, şimdi mutlu görünen birçok insan, paraları ve zamanları olsaydı benim yaptığımı veya benzeri şeyleri yapardı. Yani ikiyüzlülük yapacaklarına, kendilerini eğilimlerine bırakırlardı. ‘Güç, insanı yoldan çıkarır,’ derdi hocalarımdan biri. Üstelik Para Güç’tür.”
Başkahramanın kelebek koleksiyoncusu olması ile genç kadını tutsak ederek ona bir nevi yaşayan ölü halinde sahip olmaya çalışması arasında kurulması beklenen bir bağ olduğu açık: “Sonradan öldürmek zorunda kalacağım bir kelebeğin kozasından çıkmasını seyrettiğimdekine benzer bir duyguya kapılmıştım. Yani güzellik her zaman altüst eder; ne yapmak istediğini, ne yapması gerektiğini karıştırır insan.”
Hayatta kalabilmek için soğukkanlılığını ve aklını koruma çabasıyla günlük tutmaya başlayan Miranda’nın, sanat konusundaki çoğu yorumu gibi yazıyla çizimi karşılaştıran cümleleri ilgi çekiyor: “Çizimin tam karşıtı. Bir çizgi çekildikten sonra, iyi mi kötü mü olduğu bellidir. Oysa bir satır yazarsınız ve doğru gibi görünebilir, yeniden okununcaya dek.”
Yazarın, kahramanı aracılığıyla yaptığı bu sanatsal yorumlara katılmamak elde değil: “Çağımızın bütünüyle bir aldatmaca, bir yapmacıklık olduğunu hissediyorum. İnsanların durmadan taşizmden, kübizmden dem vurması, sonu -izm’le biten sözcükleri kullanması ve bu -izm ile birlikte kullandıkları alengirli kelimeler, saçma sapan yapışkan sözcük ve cümleler. Hepsi resim yapabilme veya yapamama olgusunu saklamak için sarf ediliyor.” Bu düşünce tarzı konu gereği her ne kadar resimle kısıtlanmış olsa da; edebiyat, yazı gibi sanat dallarında da geçerliliği yadsınamaz kanımca.
Kurgu, iki kişi arasında mahzende geçtiği ve konuya psikolojik çalkantılar hakim olduğu halde romanın sürükleyiciliği yazarın başarısının başlıca ispatlarından biri.
Özgürlükten, yaratmadan, yaşamdan zevk alan bir kadının kavanoza hapsedilip ölümü bekleyen kelebek misali tutsak günlerindeki psikolojisinin başarıyla yansıtıldığı bir eser “Koleksiyoncu”.
Roman daha da derine inilip ayrı bir açıdan analiz edilirse günümüz şartlarında çoğu insanın yaşamına uyarlanabilir. Âdeta bir kavanozun içinde yaşamak zorunda kalan ve oradan dış dünyaya baktıkları sürece özgürlüğe kavuşma umudunu asla yitirmeyen insanların yaşamlarına…
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (16 Ağustos 2019)