Geçince güz, anlaşılır bütün mevsimlerin neye yaradığı. Döner bakarsınız renklere, yaşanmışlıklara. Yitirilen doğadan bir kopuş değildir aslında, içimizdeki tükeniş demlerinin sevincidir. Oradaki yangını yitirdiğimizdendir her çözülme, doğa kendini yeniler her geçişte.
Nedense, bir bunu insan yapamaz. Kendi aldanışını kendi yaratır geçtiği her eşikte. Alışkanlıklarının tutsağı olan dilden ürkmen bundandır. Bulduğunuzu sanmışken kaybetmek hükmündedir her adım. Bilirsin ki, gitmek zenginleşmek olsa da; ürküntülerdedir karşınızdaki her bakış.
Daha derinden hissettirir kendini hazan mevsimi, çünkü bir başlama noktasıdır hayata.
Dünyanın bütün renklerinin ağışıp durduğu iklimde yıkadın gözlerini. Sana yaban gelmiyor artık hiçbir söz. İçgözünse yabancı yabanıl bakışlara, duygulara. Uzaklaşmak kavminde olmasan da, bağlanmanın iklimine kendini verirsin. Salt sevdiğini seven bakış olmadın hiçbir zaman. Sevdiğine kendini veren bir yolcu gibi hissettin hep kendini. Bildin ki, kadınlar aldanmayı sever; kendini vermek için yalnızca.
Oysa, istedin ki; hayatın bütün ırmaklarından geçsin bakışınız birlikte. Can cana ten tene oluş hayatın bir rengi; esrimelerde hatırlanan, yaşanan; oysa ötesi bir zaman kavrayışı/sonsuzluğun dilini kurma sevinci. Birini ötekine taşıyan uyum, denge, yaşama kıvılcımı… O tınıyı yakalamayınca insan, bedevisi kesiliyor alışkanlıklarının.
Gözün de iklimi vardır. Bağlılıkların da elbette. İnanırsın bağlamaya, aidiyete. Ama sen duygu/düşünce ikliminde yaşarsın hep; ada’ dediğin yer, ya da kurduğun bahçe her adımın geçemeyeceği yerdedir bundan.
Bilirsin ki, biraz Araf’ta yaşamaktır bu; cennetin de cehennemin de içindedir. Kapatıyorsun kapılarını kimi kez, “göz izlerim kalsın, bakışlarımı ver” diyerek.
Yeğin söz, acemi dil, yıkkın bakış taşıyıcısı olmamak gerek; yeterince acı var yeryüzünde üzülecek. Kendi çıranı yakmanın dervişi olmak niye.
Adındaki sırrı biliyorsun, gözlerindeki sevinci de. Evet, kaybetmek acı verir insana, hele ömrünü bir bağlanışa adamışsa o sırların yolcusu. Susacaksınız, bu çok bilinendir.
Kaybolunca, sen
Kaybolmanıza gerek yok. Demiştim size; eşikteyim, ama geçilecek bir yer değildir bu her zaman. Sınırlar… Ah, bilinmezlik çarşısından alınan bir yük gibidir bazen. Umursamazlık edemem bağlanmana, karşı da çıkamam aşkına.
Yanlış zamanların heceleyeni olmak niye? Gitmeyi seçen bir bakış, sonra söz, sonsuzluk ağıdı tutmaya da gerek yok; biliyorum.
Gözlerimde taşıyacağım bir sevinci getirmiştim oysa size. Bizi bırakmasını istediğim kedere terk etmek istiyordum o yabanıl dili.
Şimdi, duvarsızlaştırıyorum gene hayatımı. Bırakıyorum sizi gülbahri sokaklarınızda, hanımelleri de olmalı belki bahçenizde. Ben hep dikenlerin içinden yürüyerek gittim, biliyorum ki o dönüşsüz yolların yolcusu olmak Araf’ta yaşamaktır biraz da.
Hadi yudumlayın sevincinizi, size gülümsemek yakışıyor. Bırakın bunları, hayat yeni bir nefes demek. Bozmayın ikliminizdeki rüzgârı. Nasılsa sesinizdeki rüzgârın ötesindeyim artık.
Sesimdeki rüzgâr
Bakışlarında uzayıp giden keder miydi yoksa, ya da adı konmamış yalnızlığın sırdaşı ışıltılar mı?
Örten ve örseleyen, sızıları gülüşe boğan.
Bilirdim ki, ”neşe, daha çok cesaret istiyor kederden”. Örterek yaşadığımız ne çok şey var, bu sırlı gülüşler olmazsa üpüryan ortada kalırız sanki!
Orada, bir kıyıda süren hayatınızı düşündüm. Karşınızdaki sözleri, beklentili yüzleri… Nasıl bir hayatın kavşağında durduğunuzu. Celan’ın “Corona” şiirini dönüp okudum yeniden yeniden…
Adsızlaştırmaya gerek yok bu duyguyu, götürüp bir yere sığlaştırmaya, örtmeye. Önünde çıkışsızlık labirentleri görünse de, hissettiğini yaymalı bütün duygu iklimine. Soluk almayı kolaylaştıracak bir yanı var bunun. Gökyüzünün rengini değiştirebilirsiniz, umarsız hastalara şifa gibi sözler edersiniz, savaşın asıl iki insan arasında nasıl başladığını gösterebilirsiniz… Ve alıp sevdiğiniz bir sözcüğü yaşamının tam ortasına yerleştirebilirsiniz. Dokundurmalardan öte bir hayat, avuçlarımızdaki suyun akıp akıp durması, bir çiçeğin büyüme telaşı, kelebeğin karanlığa kalmayan ömrü…
Ve daha ötesi, esriyen teninizin arzuladığı kavuşma…İçinizi yeşerten, o sandıktakileri alıp yasemin kokulu dudaklarınız buğusuna katan, o kıvılcımı taşıyan rüzgârınız bu sabah beni ayaklandırdı. Sonsuz koşusu uyanışın, kavuşma ve öpüşmenin, dilleşme ve sözleşmenin, zamanı durdurmanın koşusu… Gözlerinie tutundum orada, bir de ellerinizin sıcaklığına.
Şimdi, sabahları bana daha iyi geliyor, sessizliğe uyanmak, o koşuya çıkmak.
Kanıtsız yaşamak
Kanıtsız yaşamak sizinkisi, sese ses söze söz edememek. “Ne acı,” diyemem, yalnızca ürküntünüzü anlarım.
Aşkınlık da neymiş, günün yaşayanı olmak varken. Biliriz ki, bazen, göz sıradanlaştırır hayatı; ya da şöyle demeli, o sıradanlaşana uymasını isteriz onun da. Sonra da onun gördüğüne inandırırız kendimizi. Ne çeker gözlerimiz bizden. Ah onun bildiklerini bilsek, yaşadıklarını yaşasak; taşıyabilir miyiz şunca şeyi bir hayattan diğerine.
Onun insanı ehlileştirdiğini söyleyebilirim. Bakınca yeryüzünün acısına ürküntülerin çoğalması kaçınılmaz. O alacakaranlık zamanlarda edilen sözleri şimdi edemem elbette! Gözün taşıdığı iklimlerdeyiz en dar zamanlarda da. Bizi çekip o kıyılara götüren kimdi, sahi bunu sormalı bunu bilmeli…
Çıkılan her dağın anlattığı bir hikâye vardır, biliriz. Bazen şunu öğrettiği oldu: ”Hissettikçe yaşa, asla isteme! Ama bekle, tadına erilmek için dalda bekleyen elma misali. İsteyen olma, istenen gibi de durma, birlikte istemeyi yaşamayı öğren…”
Peki, şimdi nerdeyiz seninle?
Ah, evet, kanıtsız yaşamaktı dediğin…Hadi, gel, öyleyse; gözlere mil çekelim.
Zamanın diliydin…
Sen ki, zamanın diliydin. Issızlığın nehrindeydi sözlerin.
Gözün örselenen zamanından geçiyoruz. Aramızda yabancılığın nağmesi var, biliyorum. İnsan kendi engelini bazen kendi yaratır. Yaşamasızlık dediğimiz de buradan doğar kimi kez.
Gitmeyi seçmek nafile, bakışlar bakışımsız kalınca; sözü üstelemek niye? Tutan, tutsak edilen dilin yabanıllığı anlatması da kolay olmasa gerek. Fütursuz bir bakışın her dem sancısı olur.
Evet, üstelememek gerek sözü. Kendini tanımlamak, anlatmak, dökmek niye? Bir başka sokaktan geçmek, bir başka bahçeye bakmak… Asıl budalalık oradan başlamaz mı?
Doğrusu, göz gördüğünü sever; ama etkilenmek kapı kilidi değil. Birinin ötekine hükmü nereden başlar; bilimsel açıklamalara gerek yok, fizikteki yasalar deneye yanıla oluşsa da, sonuçlardır doğrulananı anlatan.
Aynı yerde olmak, sürtünmenin yasalarına benzer: aşınır her şey. Duygu da, söz de, iyicil bakış da…Yeniden var etmenin ilmini bilemiyorsak eğer; kırılıp dökülerek yapıyoruz.
Kıyıdan bakış, “iyi misin dostum” demek yeterli bazen. Belki de bundandır bu kadar çok yazıp okumalarımız, başka hayatlara karışıp yeryüzü gezgini olmayı seçmemiz!
Siz giderseniz, göze alırsınız birçok şeyi; kalırsanız, sis çanına dönüşebilir sesiniz. Ki, henüz ses sandığı da olmadığına göre; nasıl saklayabilirsiniz ki bunlu anıları?!
Hadi, buruklaşmayın hemen. Hayat sizin yanınızda eviniz, bahçeniz, çocuğunuz, eşiniz, mutluluğunuz olacak bir yol önünüzde. İnsanı, “sevdiğim” dediği birinden ayırmak savaşmak değil midir her çağda? Onu yersiz /yurtsuz koymak niye peki?
Yaşamak çoğu şeyi göze almak olsa da, bu tür yol/yordamın gölgesinde bile olmak niye sahi?
Gününüzü iyi yaşayın.
Zamanın mührünü çözün dilediğinizce, karanlıkta kalan hiçbir söz olmasın. Hele hele “yanlış” anlamalar/anlamlandırmalar, üstelemeler…
Sen ki zamanın diliydin madem, unutalım gölgedeki sözleri artık!
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (23 Şubat 2021)