Kayıp zamanlarınız oldu mu hiç? Belleğin kara delikleri? Bir anda takılıp kalan, gerisi koca bir boşluk, dipsiz bir karanlık olan zamanlar? Alkolün yutucu girdapları?
Ertesi gün, günün en aydınlık saatinde göğsünüze çöken bir karabasanla uyandınız mı hiç? ‘Ben dün gece ne yaptım?’ Utanç dolu uyanmalar. Bilmemenin, en kötüsünü tahmin etmenin utancı. ‘Ben dün gece ne yaptım? Ne yaptım ki anımsamıyorum? Ne yapmış olabilirim?’
“Buna kim inanırdı ki? Ben yaptım, evet, ama ben suçlu değilim; ben yaptım, ben; ama ben değildim; ben değildim…”
Evet, suçlu ben değilim, hiçbir zaman ben olmadım. Ama bir şey oldu, yürekteki ve bellekteki ağırlık bunu söylüyor. Ne oldu? Aklı almaz bir şeyler yaşanmış olmalı; utancın ağırlığı altında çökecek kadar, tekrar ayağa kalkmama engel olacak kadar batmış olmalıyım. Sefil, gizlenmiş, korku içinde. Tekrar içene dek.
“İstediği şey bu muydu? Sadece tek bir şeyin mümkün olabildiği noktaya ulaşmıştı: İçmek, daha çok içmek, her şeye sünger çekilene kadar içmek – ve yarın olunca tekrar içmek.”
Kayıp Hafta Sonu Don Birnam’ın içerek, içkiyle neşelenip coşarak, sonra hemen çökerek ve ardından yine, adeta kaçınılmazlıkla içerek geçirdiği birkaç günün dehşet verici tutanağı. Çırılçıplak bir metin. Charles Jackson’ın bizzat kendinden ve kayıp günlerinden söz ettiğini anlamak için yazarın hayatını bilmenize gerek yok. Bunca karanlığı, soluk aldırmayan bataklığı böylesi yalın ve adeta müsrifçe anlatabilmek için kuşkusuz en az bir kez içine dalmış olmak gerek.
Ama böyle bir bataklığa yalnızca bir kez dalınabilir mi? Zira Don Birnam’ın çıkışsızlığı anlatılır hemen her satırda; içinde boğulduğu kısır döngü. İçmediğinde kendi değildir; ertelenmektedir sohbetler, gülümsemeler, ertelenmektedir yaşamın ta kendisi. O halde içmeli, ‘ben’ olmalı. Ama içince, içtikçe içince de ben kalmaz ortada, dağılır, bir utanç abidesi inşa eder küllerinden. Ve ayıldığı ilk anda bu abideyi unutmak zorundadır; pişmanlığı uyuşturmak zorundadır. O halde tekrar, baştan.
“Sorulması gereken, kardeşiyle randevusuna neden bilerek gitmediği, dün yaptıklarını neden yaptığı, şimdi neden bu halde olduğu değildi; sorulması gereken en başından beri bunu neden yaptığı, neden sürekli, tekrar tekrar yaptığı, neden hep böyle bir çıkmaza girip böyle umutsuzluk, bunalım ve pişmanlık içinde olduğuydu. Pişmanlık hem umutsuzluğunun hem de muhtemel kurtuluşunun anahtarıydı, tabii bu anahtarı alıp kullanabilirse.”
Genellikle yeter bu anahtarın varlığını bilmek, tıpkı her şeye rağmen yanında olan kardeşi Wick’in ve tuhaf bir ilişki sürdürdüğü Helen’in varlığını bilmek gibi. Var olmaları yeter, yaşamına ve elbette kurtuluşuna sızamazlar. Kurtuluş umudu yeter, ona uzanmaya gücü yetmez. Kaçar kurtuluştan.
“Yağmurdan kaçarken doluya tutuluyordu. Hep bir şeylerden kaçması gerekiyordu, ne olduğu, neden olduğu önemli değildi; sanki bir suçluluk bilinciyle doğmuştu da kendini suçlu hissettirecek şeyi öyle ya da böyle bulacaktı. Hissettirecek? Yapacak.”
Jackson’ın pürdikkat bir iç bakışla kurulu metni alkolizmin o yoğun, bunaltıcı basıncını okura hissettirmekten bir an geri kalmaz. Zira Don karakterinde gördüğümüz gibi, kendine özgü ve hassas bir bilinci vardır alkoliğin; kimsenin görmediğini, göremediğini görür. Kendisinin de ‘görüldüğünü’ unutmak pahasına bile olsa. Hele bu zekâ ve incelikle harmanlanmış bir bilinçse, yaşamı adeta çıplak bir elektrik teliymiş gibi kavrar. Ve sakınmadan, hiçbir itiraftan korkmadan ortaya koyar bir insanın çöküş güncesini.
“Katlanılmaz olanı yaşamaktansa kendini yok etmenin bir yolunu, evet, böylesi ümitsiz bir durumda olmana rağmen, bulsan daha iyi değil mi?”
Katlanılmaz olan nedir? Alkolden uzak kalmak mı, yaşama katlanmak mı? Zira bu bağımlılığın kökeninde elbette büyük bir acı, hayal kırıklığı ve varoluş korkusu vardır. Don da bunların farkındadır; kendini sık sık başkalarının belki düşünmekten bile kaçınacağı bir açıklık ve acımasızlıkla tanımlar:
“(…) ergenlikte takılıp kalmış; kendisi yoldan, aklı zıvanadan çıkmış; gençliğinde atma fırsatını kaçırdığı o adımı hâlâ atamayan otuz üç, otuz altı ya da otuz dokuz yaşındaki adam; tam da korkmuş, altüst olmuş benliğini eski haline kavuşturması gereken şey yüzünden kafası karışıp serseme dönen zavallı (…)”
Ve bir örnek daha:
“Yanlış yapanlar, sözünde durmayanlar, geçmişte yaşayanlar, ergenler, büyüyemeyenler… Ömür boyunca bu karışık, gülünç ekibin üyesi kalacaktı (…)”
Jackson’ın rahatsız edici dürüstlüğü, yoğun alıntılar ve göndermelerle bezeli zor bir metin oluşturur. Ağır içkilerin yoğun şekeri bir süre sonra ağızda nasıl bir tat bırakır, bilir misiniz? Yapış yapış, kaçınılmaz, hükmedici ve kendini tekrar tekrar direten, dirilten bir tat.
Tıpkı utanç ve pişmanlık gibi. Tıpkı hayal kırıklığı ve acı gibi. Tıpkı kayıp günlerin yüreği kaplayan karanlığı gibi.
Belleğin kara delikleri. Alkolün yutucu girdapları.
Hep utanç, hep pişmanlık. Hep hayal kırıklığı.
“Bu yüzde, üzerinde düşünülüp taşınılmış bir hayal kırıklığı okunuyordu, yeni bir içkinin bile yok edemeyeceği bir hayal kırıklığı.”
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (26 Nisan 2017)