Son yıllarda bakışımız ve görüşümüz o kadar köreldi ki artık çevremizdeki insanların neler yaptığını, nelerle meşgul olduklarını, hatta kim olduklarını dahi bilmez olduk. Bu bilinmezliğin içerisinde yitip giden hayatlar, silinip ötelenen bedenler ve varlığı yalnızca rakamlardan ibaret olan insanlarla örüldü çevremiz ve aslında bunun bir nedeni de biziz. İşte Irmak Zileli’nin Everest Yayınları’ndan çıkan Son Bakış isimli romanı/novellası da bu çerçevede gelişip devam eden, bizi bunca sorunun içine hapseden bir kitap.
“Kahretsin!” Sanırım Son Bakış için söyleyebileceğimiz en önemli kelimelerden biri bu olur, Tina’nın da sıkça tekrarlayacağı gibi. “Kahretsin!” Çünkü kahrolması gereken o kadar çok şey var ki ve bu kahrolamamanın içinde o kadar acı var ki. En başta Tina’nın salt kendi hayatı üzerinden bile buna erişmek mümkün. Tina, Gürcistan’dan Türkiye’ye yeni bir hayat, yeni bir iş, belki yeni bir ev hayaliyle geldi, ancak buldukları umduklarından o kadar farklı oldu ki, bunun tam olarak kimin hatası olduğunu anlamak, belki de Tina’yı, hatta bizi bile aşan bir durum. Zira Tina, aslında sadece kendisinin değil, kendisiyle beraber bir kuşağın, bir çağın, bir düzenin ifadesine dönüşüyor. O, tüm bu dönüşümleri kendisinde barındırırken beraberinde de birçok şeyi peşinden sürüklüyor. Çatıdan aşağı, çatıdan aşağı, birçok şey Tina ile beraber sürekli irtifa kaybederek, sürekli hızlanarak düşüyor ve bir daha da dengesini bulacağa benzemiyor. İşte bu hikâye, bu düşüş ve yitiş hikâyesi, hayatın canlılığına ve geçmişe doğru atılan bu son bakış, bir daha geri gelmeyecek fırsatların, umutların, sevdaların ifadesi oluyor.
Tina, yoksul bir ülkeden görece daha iyi durumdaki bir başka ülkeye iş/aş umuduyla göç etmiş binlerce insandan biridir sadece, belki daha doğru bir ifadeyle kadından. Türkiye’ye gelip hemen bir bakıcılık işi bulur, diğer binlerce göçmen kadın gibi. Yanında kaldığı ailenin ev işlerini yapıp yatalak olan hastaya bakarken aynı zamanda romanın, hayatın, sistemin çarklarını da döndürmeye başlar. Bu dönmeye başlayan aslında insan olgusunu yok eden sistemin kendi çarkları olur bir süre sonra, her şeyi öğüten, felç eden, aradaki farkları ortadan kaldıran ve her şeyi herkesleştiren sistemin o bilinen ama durdurmak için hiçbir şey yapılmayan çarkları.
Okuyucu, aslında Tina’nın mücadelesinde günümüzün problemlerinden birçoğunu bulabiliyor. Zileli’nin romanıyla/novellasıyla birlikte gününü/günümüzü anlattığını, derdi olan bir metin ortaya çıkardığını söyleyebiliyoruz. Zira anlattığı şeyler tam da günümüze işaret ediyor. Yalnız işaret ettiği bu meseleler bir yerde gününü de aşmayı ihmal etmiyor. Sözgelimi göçlerle, savaşlarla, yoksullukla dolu olan Orta Doğu ve Asya’da bu türden hikâyeler hiç de nâdirattan değil. Gürcistan’ın yanı sıra Afganistan, Suriye, Irak, Türkmenistan, Özbekistan gibi birçok ülkeden gelip Türkiye’de inşaatlarda, evlerde, sağlıksız koşullarda çalışan insanların sayısı hiç de az değil ve bu giderek artıyor. İşte bu dert, insanların sömürüldüğü ve hayatlarının çalındığı bu durum Zileli’de büyük bir mesele oluyor, onun derdini en ince yerinden kanatıyor. Dolayısıyla biz Tina’ya, bir başka kuşaktan İlona’ya ve diğerlerine baktığımızda birkaç farklı kuşağın temsilcilerini buluyor ve devamında günümüze uzanan çizgide insanların ne şartlarda yaşadığına tanık oluyoruz. Bu şâhitlik bir yerde aslında bizim ne kadar vurdumduymaz, ne kadar umursamaz, ne kadar sistem içinde eridiğimizi gösteriyor. Bu yüzden Tina’ya baktığımızda gördüğümüz Tina’dan çok daha fazlası oluyor. Öte taraftan biz bununla da yetinmeyip metin etrafında çok daha gerilere, Stalin’in çalışma kamplarında yok edilen insanlara, mahvedilen hayatlara, söndürülen ocaklara tanık oluyoruz. Bu açıdan Tina’nın hayatı da baştan sona bir ağıta, yok edilmiş, parçalanmış, farklı eller tarafından farklı coğrafyalarda kör bıçaklarla kesilmiş bir hikâyeye dönüşüyor.
Ne şartlarda, nasıl olursa olsun insanoğlunun asla kopamadığı şeyler vardır. Yaşam mücadelesi, dostluk, aşk gibi. Ne sınıfsal farklar, ne kültürel, ne dinsel; hiçbir şey bunu engelleyemez, zira doğası gereği insan kendisinden kaçamaz. Üstelik buna bir de “geçmiş” diyebileceğimiz o dipsiz kuyu ilave edildiğinde. Yine metinde Tina ve İlona üzerinden bu konuya eğilebiliyoruz. Tina’nın aşkı, dans edişi, huzurlu bir şarkıda kendini müziğin ritmine bırakışı… Tüm bunlar hem onun insan yanını, hem de diğerlerinin göremediği/görmediği ve görmek istemediği umursamaz yanını işaret ediyor. Yanlarında çalışmasına rağmen ne o evdeki herhangi biri, ne komşular ne de ötekiler, hiç kimse gerçekte Tina’nın kim olduğunu, onun Gürcistan’da ne yaptığını, nasıl bir dünyadan geldiğini merak etmez, öğrenmez ve böyle bir mücadeleye girişmez. Beraber yaşadıkları, hayatlarını emanet ettikleri, aslında ciddi ölçüde güvendikleri bu insanların geçmişine dâir hiçbir merak duygusu uyanmaz. Bu çok ilginçtir çünkü insan en güvendiğini, en sevdiğini, en değer verdiğini emanet ettiği, kendisini bıraktığı kişinin kim olduğu nasıl hiç bilmeden ona böylesine teslim olabilir? Bu insanoğlunun karanlık yüzü müdür, bir başkasına güvenmekteki aceleciği midir yoksa aslında gerçekten bir “kayıtsızlık şenliği” midir; hem bizi hem de çevremizi esir eden?
Sınıf mücadelesi ve sınıfsal geçişler Son Bakış’ta dikkat edilmesi gereken bir başka meseledir. Gerek işçi sınıf, gerek işveren ve gerekse ötekiler, aslında herkes kendi kabuğuna çekilmiş ve bir ötekiyle arasına mesafe koymuştur. Bu mesafeler öylesine uzak, öylesine çetrefilli, öylesine erişilmezdir ki kimse bir diğerine dokunamaz. Saydam duvarlar vardır aralarında insanların. Kimse bu saydamlığın ardını arkasını niyeyse göremez, gözler bununla körelmiştir. Bunca yıl, bunca serüven, bunca devrim sonunda hâlâ nasıl sınıfsal mücadelenin olabildiği, nasıl sınıf dediğimiz sınırların varlığını sürdürebildiği sanırım ayrı bir mesele olarak incelenebilir. Burada önemli olan aslında sınıf dediğimiz olguları insanoğlunun her çağda, her koşulda, her ülkede kendi kendine yeniden üretebilmesidir. Kendi ürettiğimiz sınıflara hapsolurken başkalarının hayatlarını reddediyor ve onun bir parçası olmayı ve onu görmeyi/görünür kılmayı da bu yolla reddediyoruz. Bu sınıfsal farklar da aslında en küçük bir müdahelede, çatlakta, çatışmada kendini gösteriyor ve bizim bunu oradan kaldırmaktan ne kadar uzak olduğumuzu yüzümüze vuruyor.
Tina, yaşadığı gibi, hakettiği gibi, istediği gibi mi öldü; hayır. Ancak Tina’nın ölümü, ölümü dile getiriş, kendi ölümünü kendi diliyle, kendi kesik ve boğuk, dişlerinin arasından adeta kan saçarak dile getirişi okuyucu için unutulmaz ve oldukça yaralayıcı bir âna dönüşür. Bu belki onu kurtarmadı, ancak belki ondan sonrakilerin kurtulabilmesi için bir ateş yaktı. İşte sırf bu yüzden bile, üstelik hem sınıfların Türkiye’deki yapılanmasını, mülteci ve göçmen krizinin nasıl bir noktaya geldiğini, onca hayatın nasıl ve bir hiç uğruna yok olduğunu, duyguların nasıl kaybolduğunu ve nasıl yok sayıldığını, geçmişi olmayan veya reddedilen insanlar yaratıldığı görmek için bile Irmak Zileli’nin son eseri Son Bakış okunmaya değer ve belki bir yerlerde birileri için yeni bir mücadelenin, yeni bir umudun kaynağı olabilir.
Abdullah Ezik – edebiyathaber.net (2 Aralık 2019)