Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Yılmaz Erdoğan’ın en iyi filmi ama aynı zamanda sinemamızın da en iyi “dönem filmi” “Kelebeğin Rüyası”.
Gösterimde olan bir film hakkında yazmak, o filmi yorumlamak, ondan uzun uzun bahsetmekten pek hazzetmiyorum. Mümkün olduğunca eski filmlere yönelen, popüler olandan çok az bahseden biriyim. İlk defa, birkaç gün önce sinemada zar zor yer bulup izlediğim bir filmden bahsetmek istiyorum. Yazacaklarımı bir şeyler dikte etmek için değil, filmi izlemek için küçücük bir neden arıyorsanız bunun “şiir” olabileceğini söylemek için yazacağım. Sözü çok uzatmadan filmden biraz bahsetmek, daha doğrusu filmi “övmek” istiyorum. Belki filmi izleyecek olanları yanlış bir şekilde ve büyük beklentiyle salonlara yönlendirmiş olacağım ama Kelebeğin Rüyası’nın bunu hak ettiğini düşünüyorum. Gelelim filme…
Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Yılmaz Erdoğan’ın en iyi filmi ama aynı zamanda sinemamızın da en iyi “dönem filmi”. Demek ki isteyince, özen gösterince, işi ciddiye alınca “şiir gibi film” çekebiliyoruz. Kusursuzluktan bahsetmiyorum. Kesinlikle kusuru vardır her filmin. Ama Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı ve Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul’undan sonra sinemamıza armağan edilmiş üçüncü “şiir” tadında filmdir. Hatta söz konusu “şiir” olunca Kelebeğin Rüyası daha fazla şiirdir, çünkü başrolü “şiir”dir. Velhasıl Yılmaz Erdoğan yazmak kabiliyetinin yanında sinemacıdır. O şiirler, sözcükler nasıl da yer etmiş beyaz perdede; her kadraj nasıl da anlatıyor sözcükleri… Belki filmi izlerken “İyi de Amerikalıların benzer birçok filmi var. Kadrajından görüntüsüne kadar” diye aklınızdan fikirler geçebilir. Sorun şu ki günümüze kadar kıyasladığımız yabancı sinemanın kalitesine ulaşan, hikâyeyi elinden geldiğince seyirciye aşılamaya çalışan, fonda var olan renklerle repliklerin uyumunu yakalayan benzer bir dönem filmimiz yok! Hemen hemen gösterime giren bütün yerli filmler için seyirciden duyduğum en basit eleştiriyi yazayım: “Televizyonda da izlenebilirdi. Diziden farkı yoktu”. İşte Kelebeğin Rüyası kıymet bilen seyircisine en azından bu hainliği yapmıyor. Sinemada izlenmesi gerekir bu yüzden.
Film, bir defa bizim yerli yapımların hastalığı olan hikâyeyi bir an önce bitirip seyirciyi eve yollama derdinde değil. Süresinin uzun oluşuna sevindim. Karakterleri sevmek, onları anlamak için zaman bulabiliyoruz. Özellikle Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu karakterlerine filmin aceleye getirilmeyen tavrı sayesinde aşina oluyoruz.
Kelebeğin Rüyası’nın en büyük artısı bence hikâyesi, çünkü bir filmin hikâyesi yoksa en önemli ayağı sakat kalır. Yılmaz Erdoğan’ın temel amacı seyirciyi güldürmek olan filmlerinde bile mutlaka dişe dokunur bir hikâyesi vardı. Rüyasına daldığımız kelebek onun sinemadaki en iyi hikâyesi. Bir de bazen filmlerin isimlerine bakıp isim ve film arasında bir türlü bağ kuramam. Oysa Yılmaz Erdoğan, bu konuda çok iyi iş çıkarmış.
Komedi filmi izleyeceğini düşünen birçok seyirciyi tatmin etmeyecek bir şey varsa o da filmin ilk yarısının ikinci yarısından daha akıcı, biraz daha renkli olduğudur, çünkü ikinci yarısından itibaren hikâye yavaş yavaş “kasvetli” bir hâl alıyor. Bu da filmin yönetmen etiketine bakıp “Kesin komik filmdir” diye gelen seyirci için kötü bir izlenim yaratacak. Sinemamız sadece komediden veya salya sümük ağlanacak filmlerden ibaret olmamalı. Bu yönden yönetmenin olayı dramatize etmeden, daha doğrusu dramı tadında bırakarak şahane bir iş çıkardığını düşünüyorum.
Mert Fırat, Kıvanç Tatlıtuğ, Yılmaz Erdoğan ve Farah Zeynep Abdullah’ın çok iyi oynadığını ama Belçim Bilgin’in bu hikâyeye uymayan tek oyuncu olduğunu söyleyebilirim.
Film bitince şiirin mi, şairin mi yoksa aşkın mı hikâyesini izlediğime bir türlü karar veremedim, velhasıl başrolde şiir var.
İlk Türkçe tangoları seslendiren Seyyan Hanım’a da yer verilmiş ya da onun seslendirdiğitangolara. Emin değilim ama filmin balo sahnesinde şarkıları duyunca çok mutlu oldum. Bu bile güzel bir ayrıntıydı.
Yılmaz Erdoğan’ın ve filmdeki hemen hemen her ismin popülerliği filme halel getirmemiş. Böyle bir pazarlama şekli vardır, iyi oyuncular perdeye yansıyınca gişe başarısı da garantiye alınır. Açıkçası filme giderken biraz bu tedirginliği yaşadım. Ama film bitince önyargım yerle bir oldu.
Muzaffer Tayyip Uslu hakkında çok fazla bilgim olmasa da Mert Fırat’ın canlandırdığı şair Rüştü Onur ile ilk tanışmam Servet Kocakaya’nın ilk albümüyle olmuştu. Servet Kocakaya, Zor İş adlı parçasının girişinde Rüştü Onur’a ait, benim de hâlâ ezbere bildiğim tek şiiri okur:
“Ben ölsem be anacığım
Nem var ki sana kalacak
Ceketimi kasap alacak
Pardösümü bakkal
Borcuma mahsuben
Ya şiirlerim
Ya aşklarım ne olacak
Ya sen…
Ya sen nasıl bakacaksın
Ele güne karşı insan yüzüne
Hülasa anacığım
Ne ambarda darım
Ne evde karım var
Çıplak doğurdun beni
Çıplak gideceğim”
Kamera kullanımı, maden sahneleri, kostümler… Yani döneme, şiire, şaire ve aşka fon teşkil eden her şey, hayatlarının merkezine şiiri yerleştirmiş üç şairin hikâyesi eşliğinde, beyaz perdede insanın ruhunu doyuruyor. Filmden çıkınca şiir yazma aşkıyla doluyor insan. Unutmayın, “Şiir, bahanesidir hayatın.”
İzleyin, izlettirin… Sonra bana teşekkür edeceksiniz.
7. Samuray – edebiyathaber.net (27 Şubat 2013)
Filmin fragmanı