En yakın iki uğraş yazmak ve resim yapmak. Bir yazar olarak iki meziyete de aynı anda sahipseniz, ister istemez farklılığınız birkaç adım öne çıkarıyor sizi. Bu yüzden olsa gerek Minare Gölgesi’ni okumaya başladığınızda yazarı Engin Ergönültaş’ın aynı zamanda bir çizer olduğunu bilmeseniz de tahmin edebilirsiniz.
“Sabaha karşı nasıl bir uysal rüzgâr çıktı ise, her bir kar tanesini alıp, bir diğerininkine hiç benzemez bir güzergâh ile aheste aheste uçurup gökyüzünden yavaşça indiriyor, tam yere değecekken ani bir kavisle tekrar havalandırıyor. Bu sefer havada bambaşka helezonlar çizdirerek diğer kar taneleriyle iç içe sokup, ahenkle döndürüyordu. Her nasıl yapıyor ise, hiçbirini bir diğeriyle çarpıştırmadan, her birini ayrı ayrı yollardan döndüre döndüre taşıyıp, kendi bildiği bir yere bir dala, bir dama, bir bacaya, bir pencereye, uyuyan bir bebeği yatağına bırakır gibi, usulca konduruyordu.”
Amerikan Güzeli filminin meşhur sahnesini hatırlatıyor bu satırlar. Uçuşan torbayı izlerken “Her şeyin ardında hayat var” diyordu genç çocuk. Rüzgârın etkisi ile havada uçuşan bir torbaydı izlediği altı üstü. Kaynağı belirsiz bir huzur ve aheste aheste salınmanın çağrıştırdığı bir teslimiyet. Yukarıdaki satırlarda öyle. Ölüme yaklaşan bir kişinin korkmaması için kulağına fısıldayacak kadar güçlü.
“Roman yazmak kelimelerle resim yapmak, roman okumak da başkalarının kelimeleriyle kafamızda resimler canlandırmaktır” diyor Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı’da. En yakın iki uğraş yazmak ve resim yapmak. Bir yazar olarak iki meziyete de aynı anda sahipseniz, ister istemez farklılığınız birkaç adım öne çıkarıyor sizi. Bu yüzden olsa gerek Minare Gölgesi’ni okumaya başladığınızda yazarı Engin Ergönültaş’ın aynı zamanda bir çizer olduğunu bilmeseniz de tahmin edebilirsiniz. Çünkü sahneler tek tek kuruluyor karşınızda ve siz anlatılan mahallede görülmez hayalet gibi dolaşmaya başlıyorsunuz. O kadar orada oluyorsunuz ki hatta farkında olmaksızın ve sanki mümkünmüş gibi hikâyeye müdahale etmek istiyorsunuz.
‘Minare Gölgesi’nde her bölümün başlığı bir mevsim. Mevsimden mevsime geçiyor roman. Kavurucu sıcaklarda bir az olsun serin esinti beklediğiniz oluyor. Lapa lapa yağan karda mahalledeki köpeğe yer aranıyorsunuz. Zengüle Hacı Mahallesi’nde geçiyor her şey. O yüzden yazar, sizi mahallede gezdiriyor önce. Sultan Abla ile tanıştırılıyorsunuz ilk önce ve sonra mahallenin diğer kadınları. İyisi de var kötüsü de. Mahallenin çocuklarından ikisi geliyor sonra: Atilla ve Meryem. Çok çok tatlılar. Başlarına kötü şeyler gelmesin diye geçiyor içinizden. Ümmiye Hanım’ın oğlu ile tanışıyorsunuz sonra. Abdülkadir’le. Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u gibi. Sanki tanışmışsınız da tez elden yardımına yetişememişsiniz gibi hayatınız boyunca içinizde yer edecek karakterlerden. Hemen bütün roman boyunca uyuyacak Abdülkadir oysaki. Onun sayesinde “…İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar…” diyeceksiniz sonlara doğru.
Usul usul yazılmış ‘Minare Gölgesi’. “Bu romanın arkasında hayat var” dedim. Ülkede olanları anlamaya çalışmanızın anlamsız bir çaba olacağı şu günlerde dostlarınızın, sevdiklerinizin eline tutuşturacağınız kitaplardan. Biraz ara ver bir dinle, gör diye. Mutlaka ama mutlaka okuyun derim.
Filiz Gazi – edebiyathaber.net (27 Ocak 2014)