Kendi cehennemiyle yüzleşmek isteyenlere: “Ölümden Beter Yaşamlar” | Elif Hikmetoğlu

Şubat 4, 2015

Kendi cehennemiyle yüzleşmek isteyenlere: “Ölümden Beter Yaşamlar” | Elif Hikmetoğlu

olumden-beter-yasamlar-781543-Front-1Ölümden Beter Yaşamlar, İlker Aksoy’un ilk kitabı. Daha önce bazı dergilere de katkıda bulunan genç yazar, metni ustalıkla ele alıyor. Sel Yayıncılık etiketiyle yayımlanan kitapta gereksiz betimlemelerin ve usandıran tanımlamaların olmadığını söylemek mümkün.

Nereden geldikleri hikâyelerini anlatmaya başlayana dek belli olmayan iki insan: Âdem Ziya ve Diler. Yaşamın sürüklediği yönde şekillenen iki farklı var olma mücadelesi. Âdem Ziya yeni bir dünya umuduyla çıkıyor yola, Diler’e kıyasla daha genç. Umutlar tükenip yaşam koşulları devreye girdiğinde ise Âdem Ziya’nın öyküsü farklı bir hâl alıyor. Düşlediği yeni dünya yerine, kendisi için yeni ve bambaşka olan bir dünyaya adım atmaya çalışıyor ve büyük bir şirkette çalışma hayalleri kuruyor. Bakımsız, daha önce kim bilir kimlere ait eski Beyoğlu evlerinden birinde yaşamını sürdüyor Âdem Ziya. Yapısı kadar ilişkileri de tuhaf bir ev bu.

Diler’le yolları da bu evde kesişiyor. Âdem Ziya bir gün eve geldiğinde karşısında Diler’i buluyor. Diler ortak bir arkadaşlarının onu bu eve yönlendirdiğini söylüyor. Âdem Ziya oralı olmuyor, Diler’in evde yaşamaya başlaması, onun zihninde, ansızın ortaya çıkan farelerden daha az rahatsız edici bir durum olarak şekilleniyor. Kahramanların birlikte yaşamaya başlaması; yaşamın bir getirisi olarak, rastlantısal bir şekilde meydana geliyor.

Kitabın tümüne hâkim olan bir kara mizah bulutu duruyor tepenizde. İncelikli hatta sıradan bir şekilde ilerler gibi gözüken her şey biraz sonra giriftleşiyor. Kara mizahın tüm unsurlarını kullanıyor yazar, Enis Batur’un Kara Mizah Antoloji’sinde bir araya getirdiği örnekler geliyor insanın hatırına. Arthur Cravan’ın kayıkla Atlas Okyanusu’na açılmasını büyük bir kara mizah örneği olarak görüyordu Batur. İlker Aksoy da Cravan’ın o küçük kayığına yerleştiriyor sizi, sonra okyanusa bırakıyor. Rahatsız eden tek kısmı ise tokat gibi yüzünüze vuran gerçekler: Yaşamın gerçekleri, iki kahramanın gerçek yaşamlarında belirginleşiyor. Akışı bozan yan karakterler; avurtları çökmüş bir kadın, geçmişten çıkıp gelen bir yürek ağrısı, hatta kimi zaman bir anne ise bu rahatsızlık efektini büyütüyor. Üstelik yazar burada da çok seslilikten vazgeçmiyor; bir olay ya da durum farklı karakterlerin bakış açısından dile geliyor. Kimi zaman baş döndürücü bu kurguda bazen Âdem Ziya olup yarın işyerinde nasıl bir sorun yaşayacağınızı düşünürken, bazen Diler gibi yalnızca yaşamak istiyorsunuz. Başlangıçta biraz bilinçli biraz da zorunlu olarak aynı evde yaşamalarına rağmen iletişime geçmeyen bu iki insanın ilişkisinin tuhaflığı çok kısa bir süre içinde okur için de normalleşiyor. Kendisiyle konuşulmasın diye diken üzerinde duran Âdem Ziya’yı da anlıyorsunuz, sadece konuşacak birine ihtiyaç duyduğu için karşısındakiyle bir şekilde sürekli diyaloğa girmek isteyen Diler’i de. İkisinin bakış açısını da bildiğiniz için aynı yalnızlık ve aynı düşkünlükteki bu iki insanla önce siz arkadaş oluyorsunuz. Diler zaten kendi hâlinde, içe kapanık, sağlık sorunları da olan, daha düşkün bir insan olarak tariflendiği için onunla olan bağınız kendiliğinden gelişiyor. Âdem Ziya’yı başlarda acımasız ve netameli bulsanız da sonrasında bu yargıdan kurtuluyorsunuz. Zehirlediği farenin ölümünü esnasında sırtını okşarken yakalıyorsunuz onu. Krzysztof Kieslowski’nin Mavi filmindeki Julie geliyor insanın aklına. Evindeki yavru fareleri öldüremediği için komşusunun kedisini isteyen Julie. Âdem Ziya gibi o da farelerin ölmesini istemiyor. Aslında kimse ölümü istemiyor.

Ölümden beter yaşamlar yaşamamıza rağmen yaşam mücadelesi verme çabamız ve ısrarla yaşamak istememiz temel bir problem olarak çıkıyor karşımıza. Kendine karşı sorumluluk, ötekine karşı sorumluluk ve tabii en temelinde, en ilkel olan yaşama güdüsü. Kitabın kahramanlarından Diler, tüm bu kötü koşullara ve hastalığına rağmen bir şekilde yaşamı yakalamak istiyor. Âdem Ziya ile kurduğu bağ, onun yaşamla kurduğu bağa dönüşüyor. Diğerleri kötü, diğerleri tehlikede. Yaşadıkları eve sonradan gelen televizyon dahi iyi gelmiyor ona. Haberlerde izlediği katiller, tecavüzcüler, vapurdan düşen kadına yardım etmeyen insanlar derinden sarsıyor Diler’i, kendi dünyasında olmak her zaman daha iyi ve daha güvenli geliyor ona. Dünyaya açılan kapısı Âdem Ziya ve her eve geldiğinde onunla paylaşmaya çalışıyor maruz kaldıklarını. Zamanla birbirlerini dinlemeye ve birbirleri hakkında bilgi sahibi olmaya başlıyorlar, birbirlerine kendi yaşamları hakkında sorular soruyorlar. Birlikte haberleri izlemeye başlıyorlar ve bu biraz daha hafifletiyor gün içinde yaşanılan zorluğu. Paylaşmaya başlayınca ötekine de veriyorsun ağırlığını. Diler bunu yapmaya başlıyor. Hasta oluyor ve onunla yakınında olan ilgilenmeye başlıyor. Âdem Ziya da artık ondan ev arkadaşım diye bahsediyor.

Aynı müşküllük ortak yaşamı da beraberinde getiriyor. Artık sadece ev arkadaşı olarak kalmıyorlar, dışarıda da yan yana durmaya çalışıyorlar.

Yazar karakterleri tarafsız bir şekilde koyuyor önünüze. Öyle ki cinsiyet kimliklerinden dahi arındırıyor her ikisini de. Diler, hastalığından ötürü, ölmeden önce bir kere sevişmek istediğinden bahsediyor mesela. Diler’in cinsiyetini anlamanız biraz zaman alıyor. Âdem Ziya’nın da herhangi bir kadına veya erkeğe olan ilgisinden bahsedilmiyor kitapta. Bir an geliyor, Âdem Ziya televizyon izlerken Diler’in dizine yatıyor. Büyük laflar edip, büyük işlere imza atmıyor kahramanlar; ama paylaşımları arttıkça daha büyük insanlar oluyorlar. İkisini de “kurumsal alan”da tanıyorsunuz artık. Varoluş sancısı çekmeye fırsatı olmayan, yaşam uğraşı içindeki insanlar bunlar. Ve kadınlar.

Kadınların hepsi olduklarından çok daha yaşlı gösteriyorlarmış o mahallede. Hayatın yükü, sırtlarını eğip büküyor, onları kambura çeviriyormuş. Ağırlık uzuvlarını eziyor, ellerini ayaklarını sadece, itmeye, çekmeye, silmeye, yıkayıp temizlemeye yarayan makinalara dönüştürüyormuş. Derileri plastik eldivenler gibiymiş, kezzaba, tuz ruhuna, amonyağa, deterjana dayanıklı. Çocuklarını severken bir türlü dokunamıyorlarmış onların yumuşacık yanaklarına. Çocuklar büyüdükçe, tenleri annelerinin, babalarının tenleri gibi oldukça, aralarındaki mesafe de açılıyormuş.

Bedenlerinin hoyratça kullanılması içlerini acıtıyormuş insanların. Ancak başka çareleri de yokmuş. Hayatta kalmaları gerekiyormuş. Tükenerek de olsa.

Elif Hikmetoğlu – edebiyathaber.net (4 Şubat 2015)

Yorum yapın