“Sen ne istersen ol, kara gece, kızıl tan;
Ürpermeyen bir yerim yok ki haykırmasın”
Baudelaire/ Sait Maden
Her zaman bir sestiniz. Şimdi gittiğinizden beri gayretkeş bir dilin tutsağıyım. Bunu bildiğinizden susuyorsunuz. Bir başdönmesi hali de değil bu, yuvaya dönüş özlemi.
Hiç görmeseniz de, unuttuğunuz yerde bakışlarım. Yıkarken kurmak bir şeyi, ne zormuş meğer Babil’den geçmek! Rüzgârın yönü yok orada, her dem bildiğiniz gibi esmiyor.
Elinize bir kâğıt kalem aldığınızda boyutları değişir zamanın. Görmek istediğiniz yerin de ötesine geçersiniz. Heyula bir bakışa kapılanı ne yapmalı şimdi? Giyotinin çağı geçti, ama bıçaklar ortada! Baudelaire anlardı ancak bu kıyımın dilini.
Kötü değil sevmek, ışığın irisi kesilmek. Unutmak bahanesi, yaşamak için sevmeyi öğrenmeli ilkten. Kıyım başlayınca yensiz yakasız gömlek, astarsız cepken diken çok olur.
Gene de “avut beni”, diyen zamandan yana olmalısınız. Sesiniz yetmiyor madem, bir sözlük kurmaya yönelin. Yazdıkça çoğalacaktır, biliyorsunuz artık bunu. Kendi abc’nize göre adlandırın. Dursuz duraksız yazın ama. Şahit aramaya gerek yok, içinizin sesi her dem kılavuzunuz. Bırakın Acemioğlan nidasını, kapıkulluğu yakışmıyor size!
Madem ki gitmeyi seçiyorsunuz, susun; kapansın bütün kapılar. Işığını taşıyan gelsin demeleri de unut öyleyse. Bir derebeyi kalıntısı ezber tutmuş hayatını, o çevrelenen yerlerden geçmeyi de unut şimdi. Bil ki, kendi sesin öyle kurulmuyor. Çağ dönüşler çağı.
Diyordu ya çağın genetikçisi şunları:
“İnsanlık, insanın elinden dokunulabilen ve görülebilen her şey alındıktan sonar geriye kalan şeydir.”
Deseniz de; “aranan ses bulundu,” itirazı olmayacak kavuşanın. Dilbent olmak nafile. İçiniz madem “bir bakışsız kara”, o halde kovmalı bütün düşleri geceden. Sabahı uzatmalı, evet.
Anlamak yerine yargı bekçiliği yapan sözdeydiniz. Öyle ya, sanırdınız ki düğümler böyle çözülüyor. Uzak mesafelerde öğünsüz toklukları anlatır dururdunuz.
Bir ses nasıl çoğalır, sözümona ilmini yapmıştınız bunun. Dalga dalga taşınan sözcüklerin ayırdında olmayı hiç düşünmediniz. Buz bile camda iz bırakırken, siz bir nefes gibi tükettiniz o sözcüklerin ahengini.
Kendi sesinde yalnız olmayı bilmek faydanız. Ki, elem çarşılarında gezmek de nafile.
Öyleyse, bir sıtma nöbeti gibi gelmeli hayat şimdi size de bana da!
Güzeli ölçüsüz, duyguyu dilsiz kılalım gelin. Baharsız da olur mevsimler. Nasılsa küresel ısınmanın iplediği yok.
Şimdi her yer yangın yeri, bak ne güzel ölüyor insanlık! Ne güzel kanıyor içimizdeki yoksulluk. Ne su isteyen var, ne de veren. Düşen göz, susan dil faydasız biçareliğe.
Çığırtkanlık yapıyorlar sanırsınız, yalanla örülen duvarlara bakmayın; aldanış.
Açıyorum gözlerimi solduran kitabı bir yerinden, şu satırlar çıkıyor karşıma:
“Bu nedenle BÜYÜK UFUKÖTESİ OPTİK her tür (stratejik, ekonomik, siyasal…) sanallaşmanın mekânıdır. Bu sanallaşma olmadan geçmişin TOTALİTARİZMLER’ini yeniden yaratmaya yönelen KÜRESELLEŞTİRMECİLİK etkili şekilde gelişemez.
Geleceği söylenen küreselleşmeye belli bir yüzey, bir optik kalınlık verebilmek için yalnızce sibernetik ağlara bağlanmak değil, dünyanın gerçekliğini ikilemek de gerekir.” (“Enformasyon Bombası”, Paul Virilio)
Madem “sentetik görme” çağındayız, unutalım tüm ikilikleri. “Şen bilim”i çevirelim şensiz günlere; bayraklaştıralım sevgisizliği. Öyle ya, “düşüş çağı” da diyorlar buna. Adını nicedir koymuştu Şair, ama aldıran kim!
“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir”
(Ece Ayhan, “Devlet ve Tabiat”)
Öyleyse hadi avut beni, viran dilin dilberi!
Gel, sözümüzü kesmeden konuşalım. Ama ilk sözü dilerseniz Adorno’ye verelim:
“Mutluluk deneyiminin koşulu, kişinin kendini sınırsızca savurmaya hazır olmasıdır ki, buna da ne kadının arkaik korkusu, ne de erkeğin kibri ve küstahlığı izin verir. Mutluluğun yalnız nesnel imkânı değil, öznel hazırlığı da ancak özgürlük içinde elde edilebilir.” ( “Minima Moralia”)
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (5 Ocak 2021)