“Var olan her şey sayısız yokluk biçimleriyle kuşatılmıştır. Hiçbir şey yokken, her şey bir yerlerdedir. Zamanın, mekânın ve eşyanın hafızası her yeri doldurur. Bir kez var olmak, geri dönülmez bir biçimde yokluktan kopmaktır. Bir anımsama, bir izlenim, bir gölge olarak varlığın içinde asılı kalmaktır.” Böyle bir öykü (aynı zamanda kitap) girişi okuru elbette çarpacaktır.
Özellikle felsefi metinlerden hoşlanan okurun ilgisini çekebilecek nitelikte bir kitap Kendime İyi Geceler. Doğu Batı Yayınları tarafından okura sunulan öykü kitabından söz ediyorum. Kitabın yazarı Özcan Doğan… Farklı okumalara açık, katmanlı, derinlikli, biraz da Kafkavari diye nitelendirebileceğimiz öyküler yazıyor Doğan.
Kendime İyi Geceler’deki öyküler biraz ‘karanlık’. Karamsar yerine ‘karanlık’ kelimesini kullanmam boşuna değil. İnsanoğlunun iç dünyasını çoğu kişi karanlık dehlizlere benzetir ya, işte bu öyküler de öyle. Yazar, daha çok iç dünyamızın o karanlık dehlizleri arasında gezdiriyor bizi. Düşündürücü, sorgulayıcı, kimi zaman da kanırtıcı bir sessizlikle yapıyor bunu. “Yoklar Geldiler” diyor mesela: “Var olmayan her şey kendine özgü bir biçimde yoktur. Yakmak için verandaya taşıdığım odunlar artık yoklar. Ama yalnızca verandada olmayan odunlar halinde yoklar, yalnız ve yalnız öyle, başka türlü değil. Bazıları üst üste yığılı, bazıları dağınık, büyük ve küçük parçalar, gövdeler ve dallar halinde yoklar. Bazıları burada, bazılarıysa tam şurada yok.”
“Taşlar, diyorum. Siyah taşlar.”
“Ben dili”ni kullanmayı seviyor yazar. Ancak bu demek değildir ki üçüncü tekilli/ çoğullu öyküler yazmıyor. “k.Ömür” öyküsünün kahramanları Nuran ve Metin gibi. Onlar. Belki de Soma’da yaşıyorlar. Adından bir şeyler sezinliyoruz aslında öykünün anlatacağına dair. Hani şu yakın zamanlarda habire çöken, yıkılan, kömür karası madenlere ve oradaki hayatlara dair bir öykü okuyacağımızı hissediyoruz.
Metin bir madende işe başlamıştır. Her akşam birbirine benzer şeyler yapar. (Sol cebinden bir şey aldı. Siyah bir taş. Avucunda tuttu, gözleriyle süzdü kısacık. Sonra yatak odasına geçti. Taşı bir köşeye bıraktı. Baktı. Arkasını dönüp çıktı.) Her akşam birbirine benzer konuşmalar geçer eşiyle arasında. Öykünün sonundaki konuşma şöyledir: “Metin?”, “Efendim?”, “Taşlar, diyorum. Siyah taşlar.”, “Biliyorum. Dolup taşıyorlar.”, “Korkuyorum!”, “Hepimiz korkuyoruz.”, “Bu yapı bu yükü kaldırmaz!”, “Ama kimin umurunda.”, “Üstümüze yıkılacak!”, “Yıkılacak besbelli.”, “Altında kalacak herkes…”, “Kalacak…”
Memet ile Necla’nın öyküsü ise “Ama, Belki, Yok”. Rutinleşmenin sonucunda yaşanılan o kaçınılmaz ‘son’u anlatıyor. Günün birinde eve dokuz gibi gelir Memet. Ancak aranmamıştır o saate kadar. Eve vardığındaysa evi boş bulur. “Nerede kaldı kim bilir, diye sordu kendi kendine. Neden böyle olmuştu? Nasıl bu noktaya gelmişlerdi Necla’yla? Kesin olarak ‘şu’ diyebileceği bir şey söz konusu değildi. Ve tuhaf olan da buydu zaten. Sıradan tartışmaların dışında bir şey yoktu görünürde. Derinlerde olup biten şeyler ise bir isme ve şekle bürünemiyordu. Peki ne yapılabilirdi? Bilmiyordu. Tek başına bilmesinin bir önemi de yoktu. Ama ne olursa olsun, sonucunu birlikte yaşayacaklardı.”
Kitaptaki öykü kahramanlarının bir kısmının adı yok. Ben, sen, o… Biz, siz, onlar ya da. Herhangi birimiz. Hepimiz. Kimimiz. Öykülerdeki ‘isimsiz’ kahramanlar aslında tanıdık suretler/ siretler… ”Kardeşim kalkıp harmana yöneliyor. Elleri ceplerinde, bir oraya bir buraya. Aralıklarla duruyor, yanı başında akan suyu dinliyor. Bir süre oyalanıyor böyle. Ardından dönüp eve giriyor. Ben daha var, diyorum… Akşamın soluk renkleri kaplıyor her yeri… Havada bir serinlik…”
“Akan kan teorisi”
“İki Ölüm Bir Ceset” adlı öykü, kitaptaki en ilgi çekici öykülerden biri. Ürkütücü bir konusu var. “Üst kurgu”nun da olduğu öyküde, kendi vücudu üzerinde çeşitli deneyler yapan bir kahramanımız var. Bu deneyler daha çok uzuvlarını kesip biçmeye dair. “Lupus her zamanki gibi yanımda. Sessiz ve sakin yatıyor. Ne zamandır keyfi yerinde. Büyük bir uyum içindeyiz ikimiz. Ne yapmak istediğimi anlıyor sanki.” diyor kahramanımız. Kolunu kesip köpeğine yediriyor. Bunu çok bilinçli bir şekilde yapıyor. Fakat hesaplayamadığı bir ‘kangren’le karşılaşıyor. Bir de notlar tutuyor bunları yaparken. İzler gibi okuyoruz: “Ve şimdi… An geçtikçe yozlaşan ve inatla kendini hatırlatan bir yarım kolla birlikte, her şeye rağmen, hayatı boyunca sürdürdüğü küçük zevklerini son kereler tatmaya çalışıyor. Kahvesini yudumluyor, sigaralarını birbiri ardına yakıyor, hep sevdiği müzikleri dinliyor ve tutkunu olduğu hikâyeleri okuyor yeniden. Erken bir kapanışı keyifle ve arzuyla karşılamak istiyor. Kaçınılmaz olanı bir trajediye dönüştürmek yerine, onu yaşanılır kılmak ve hatta süslemek istiyor.” Öykünün sonu da tahmin edilebilir bir son: “Ve nihayet, tümüyle ona ait olmaya başlıyor. Hayatıyla ve ölümüyle. Onun için bundan daha güzel ne olabilir ki…”
Kimi zaman deneme diline yakın bir dille karşılaşıyoruz Kendime İyi Geceler’de. “Akan kan teorisine göre, küresel felaketlerin, depremlerin, fırtınaların, sel baskınlarının ve küresel ısınmanın temel nedeni yeryüzünde akan kanlardır. Bu, sonuçları ve etkileri bakımından, tüm diğer küresel nedenlerin temelini oluşturur. Ötekiler bunun birer uzantısı, yan etkisi, sonucu ya da yansımasıdır. Küresel ya da bölgesel savaşlar, soykırımlar ve cinayetler akan kanın sonsuz kaynaklarıdır. Bu yolla her yıl, yeryüzünde, yüz milyonlarca metreküplük bir kan akışı gerçekleşir. Çok sayıdaki farklı noktalarda yoğunlaşan bu akışlar çeşitli yollarla tüm yeryüzüne yayılır ve her yere nüfuz eder.”
Kendime İyi Geceler’deki öyküler, bazen iki uzaklık arasındaki kısa bir yolculuk; bazen yılan gibi kıvrılan bir tren; bazen de uğultu halinde seyreden insanlar… “Bir Yerden Sonra”da diyor ki yazar mesela: “Dünyanın kaçıncı günündeyiz, bilmiyorum. Başlayalı hayli zaman oldu. Ve sonu gelmez gibi uzuyor. Bir gün bitmeye görsün, hemen yenisi çıkıp geliyor. Amaçlı ya da amaçsız bir yığın şey. İsteyerek ya da istemeyerek. Sıra dışı şeyler beklemiyorum kendimden. Batı cephesinde yeni bir şey yok.”
Kendime İyi Geceler, özellikle öyküye kafa yoranlara nitelikli bir okuma vadediyor. “Etkisiz, engelsiz. Boşluktan biraz fazlasıydı yalnızca. Ve yetersiz bir bütünlük olarak giderek hafifliyor, karanlığa karışıyor, dağılıyor, yok oluyordu. Uzaklarda, çok uzaklarda, henüz yaşanmamış, tanımsız, biçimsiz, yeni bir şey başlıyordu…”
“Mu(ğ/l)ak”ta anlatıldığı gibi “Sessiz, habersiz, oluverdi her şey.”
Gördünüz mü?
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (1 Ekim 2015)