İlk yayımı 1929 yılında yapılan Kendine Ait Bir Oda için güncelliğini yitirmeyen bir feminist manifesto diyebiliriz. Yayımından bir süre önce Virginia Woolf, kapılarını kadınlara yeni açmaya başlayan Cambridge Üniversitesi’nde kız öğrencilere hitaben “kadınlar ve kurmaca” konusunda bir konferans verir. Kitap bu konferansta yazarın yaptığı konuşma ile şekillenmiş. Kitapta genel olarak, 20. yüzyılın en önemli modernist romancılarından kabul edilen Virginia Woolf’un kadın yazar olarak hem kendi deneyimlerini hem de dünya edebiyat tarihinde kadın yazarların var olma mücadelesi anlatılıyor.
Kendine Ait bir Oda’nın üzerine kurulduğu zemini görmek için Virginia Woolf’un hayatına kısaca bir bakmak yerinde olacaktır. Asıl adı Adeline Virginia Stephen olan Virginia Woolf, Victoria Devri’nin tanınmış yazarlarından babası Leslie Stephen’dan etkilenmiş olsa gerek, erken yaşlarda yazar olmaya karar veriyor. Ancak, kendi dönemindeki pek çok kız çocuğunun kaderini paylaşan Woolf, okula gönderilmez ve evde özel öğretmenlerden ders alır. Kitabında bu durumu, kadınların 1900’lü yıllara kadar neden edebiyat tarihinde bir yer edinemediğinin en önemli nedenlerinden biri olarak gösteren Woolf, edebiyat konusundaki gelişimini babasının kütüphanesinde gerçekleştirir. Kısa hikayeleri ilk defa 1895 yılında bir gazetede yayımlanır. 1912 yılında Leonard Woolf ile evlenmesi ve eşinin kendisi için bir basımevi kurması ile, Woolf yazı ve kitaplarının basımı konusunda sıkıntısı yaşamaz. Diğer yandan, erkek egemen dünya ile bu dünyanın kendisine yönelik tepki ve eleştirilerine karşı mücadelesi hiç bitmeyecektir. Kitabının ana mesajı da bu noktaya odaklanır zaten; yazmak için, kadınların kendilerine ait bir odaları ve ekonomik özgürlüklerinin olması gerektiği, erkekler ne derlerse desinler içlerinden geldiği gibi yazmaları, bunun mücadelesini vermeleri, bu mücadelenin kendilerinden sonra gelecek kadın yazarlara da bir yol açacağı gibi temel meseleler üzerinde durur.
“Kadınlar erkekler gibi yazıp, erkekler gibi yaşar ya da erkeklere benzerlerse, çok yazık olur, çünkü dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında, iki cins bile yetersiz kalırken, yalnızca bir tanesiyle nasıl idare ederiz? Eğitim, benzerlikler yerine ayrılıkları ortaya çıkarıp güçlendirmemeli midir?”
Woolf, konuşmasının genelinde İngiltere’nin önemli erkek yazar, şair ve eleştirmenlerini kadınlara karşı tavırları nedeni ile eleştirir. 1500’lü yıllarda elbette bir Shakespeare çıkabileceğini, ama Shakespeare’in bir kız kardeşi olsa ve aynı yeteneğe sahip olsa idi asla Shakespeare gibi adını tarihe yazdıramayacağı, çünkü kadınlara reva görülen yaşama koşullarının buna izin vermeyeceği, en başta eğitim almak ve bir erkekten izin almadan özgürce yaşamak gibi olanaklara sahip olamadıkları üzerinde durur. Dolayısıyla 1900’lere gelene kadar kadınların imzasını taşıyan kitapları kütüphanelerde görmek mümkün olmayacaktır. 1900’lere gelindiğinde kadınlar da erkekler kadar edebiyat dünyasında boy göstermeye başlıyor, ancak yine erkek egemen bir düzenin gölgesi altında.
Napoleon kadınların eğitim alacak yetenekleri olmadığını düşünüyormuş. Mussolini kadınlardan nefret edermiş. 18. yüzyılın büyük şairlerinden kabul edilen Alexander Pope, “Çoğu kadın kişiliksizdir.” demiş. Yine kitapta ismi geçen şair Nick Greene, sahnedeki bir kadının, aklına dans eden bir köpeği getirdiğini söylemiş. Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da yer verdiği, başta Nick Greene olmak üzere, kadınlara karşı bu olumsuz tavırlarda olan İngiliz edebiyatçılarına Orlando isimli romanında da kötü karakterler olarak yer vererek bir parça öcünü almış sanırım.
Bu büyük adamların büyük sözlerini okurken, Woolf bugün Türkiye’de yaşasa ne yapardı, bizim büyük büyük adamlarımızın kadınlara dair verdikleri demeçlere ne tepki verirdi, diye düşündüm. Kendine Ait Bir Oda’nın ne kadar güncel ve ne kadar evrensel, dolayısıyla ne kadar büyük bir eser olduğu Virginia Woolf’un, o dönemde tüm bunlara verdiği şu kısacık yanıtta bile kendini gösteriyor;
“Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler…. İşte bu yüzden Napoleon da, Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi. Bu da çoğunlukla kadınların erkeklere gerekli olduğunu kısmen de olsa açıklamaya yarıyor. Ayrıca erkeklerin, kadının eleştirisi karşısında ne kadar tedirgin olduklarını, aynı eleştiriyi yapan bir erkeğin verebileceğinden daha fazla acı vermeden, erkeği daha çok öfkelendirmeden kadının, bu kitap kötü, şu resim zayıf filan demesinin nasıl olanaksız olduğunu da açıklamaya yarıyor. Çünkü eğer kadın gerçeği söylemeye başlarsa aynadaki görüntü büzülür; erkek hayata uyum sağlayamaz olur.”
Yıl 2015. Napoleon ve Mussolini isimlerini çıkarın, bugün bunların yerine koyabileceğimiz birçok isim bulabilmemiz ne kadar şaşırtıcı ve üzücü değil mi?
Woolf kitabın başka bir bölümünde, romancının cinsiyetinin romanı nasıl etkilediği, bir yazarın omurgası saydığı tutarlılığını nasıl etkilediğini sorgular. Woolf burada, Jane Austine’e gelene kadar romanlarda geçen kadın karakterlerin sadece karşı cins ile ilişkileri bağlamında bir romanda yer bulduğuna dikkat çeker. Proust gibi çok değer verdiği büyük yazarların bile kadınlar hakkında ya da kadın yazarların erkekler hakkında ne kadar kısıtlı bilgi ile hareket ettikleri üzerinde durur ve şöyle der;
“Örneğin erkeklerin edebiyatta asla erkeklerin arkadaşları, asker, düşünür, hayalperest olarak değil de sadece kadınların sevgilileri olarak temsil edildiğini varsayın; Shakespeare’in oyunlarında ne kadar az yer verilebilirdi onlara; edebiyat nasıl da çekerdi bunun acısını!”
Kendine Ait Bir Oda, yazıldığı günden beri kadınları herkes için eşit ve adil bir dünya kurma mücadelesine çağıran bir başyapıt olarak güncelliğini koruyor. Woolf’un istediği gibi, dünün kadınları bugünün kadınlarına birçok kapı açtılar. Ancak, bugün kendine ait odaları olan kadınlar çoğalmış olsa da, elbette yeterli değil. Bizim de yarının kadınlarına karşı sorumluluğumuz var. Çünkü biz istesek de istemesek de hala ayna olarak kullanılıyoruz. Sormamız gereken yeni sorular var; nasıl bir odamız var ve nasıl bir aynayız?..
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (5 Kasım 2015)