Kendini Arayan İnsan & Rollo May | Elif Kaymazlı

Ocak 2, 2025

Kendini Arayan İnsan & Rollo May | Elif Kaymazlı

                                                       “Gerçek cesaret, içsel bir tavırdır”

 Roll May’ın  bu eseri üç ana başlıktan oluşuyor.

-Vaziyetimiz

-Bireyselliğin Yeniden Keşfi

-Bütünleşmenin Hedefleri

Okuyanus Yayınları tarafından çıkan, Kerem Işık çevirisiyle dilimize kazandırılan bu değerli eser Varoluşçu bir psikoterapistin yol göstergesi olup, yoldaki işaretleri doğru algılayıp içimizdeki güç merkezine doğru ilerlememizi sağlayan bir haritadır.

Roll, “Bu kitap bir psikoterapi alternatifi değildir. Bir gecede etki edecek basit kolay çözümler öneren bir kişisel gelişim kitabı da değildir” diye belirtmiştir. Belirsiz ve değişken bir çağda bireyler, kim olduklarını ve ne olmaları gerektiğini sorgulamaktadır. Psikoterapistler, içsel bütünlüğün sağlanmasında yardımcı olsa da, bireyin kendi kendini keşfi sürecinde önemli rol oynamaktadır. Bireylere yardımcı olmakta sihirli bir çözüm olmadığını belirten Roll, bu keşif yolculuğunda yardımcı olmayı ve bireysel bütünlüğe ulaşmada değerli kaynaklar sağlamayı amaçlamaktadır.

Roll May, ABD‟nin Ohio eyaletinde 21 Nisan 1909 tarihinde dünyaya gelmiştir.1975 yılından itibaren yaşamış olduğu Tiburon’da, 22 Ekim 1994‟te hayata veda etmiştir. 1930’da Oberlin Koleji’nden İngiliz Dili alanında lisans derecesiyle mezun olduktan sonra, Yunanistan’ın Selanik kentindeki Amerikan Koleji’nde 3 yıl öğretmenlik yapmış ve burada antik Yunan sanatı ve felsefesine karşı büyük bir tutku beslemiştir. May,  kendisini psikolojiyle tanıştıran Alfred Adler ile Viyana’da seminerlere katılmıştır. Psikoloji doktorasını Viyana’da, psikanaliz eğitimini New York ‘ta tamamlamıştır. Amerika Birleşik Devletleri’ne döndüğünde Michigan Eyalet Koleji’nde danışman olarak çalışmaya başlamıştır. Kısa süre sonra, yalnızca teoloji çalışmasında bulunabileceğini düşündüğü için insan varoluşunun manevi yönlerini keşfetme isteği onu, 1938’de İlahiyat ile mezun olduğu Union İlahiyat Semineri’ne getirmiştir.

May, New Jersey’deki bir kilisede papaz olarak geçirdiği dönemler için hayal kırıklığından başka bir şey olmadığının altını çizmiştir. Columbia Üniversitesi’ne kaydolmuştu ancak 1942’de tüberküloza yakalandığında Columbia’daki çalışmalarına ara vermek durumunda kalmıştır. Bir sanatoryumda bir yıldan fazla süren ölümle yüzleşmek, kişisel gelişimini derinden etkilemiştir. May, yıllar sonra (1970) ölümle yüzleşmenin varoluşsal bir deneyim olduğunu yazmıştır, çünkü bu deneyim sayesinde hayata değer vermeyi öğrenmiştir.

Hayatı boyunca hep üretkenken bir insan olmuştur. “Varoluşcu  Felsefe”nin yanı sıra hümanist psikolojinin de önemli isimlerinden bir olmuştur. Psikoterapi çalışmalarına Viyana’da başlayıp psikoloji doktorasını ve psikanaliz eğitimini New York’ta tamamlamıştır. Harvard, Yale, Princeton gibi üniversitelerin yanı sıra birçok üniversitede de dersler vermiştir. 1953 yılında yayımlanan “Kendini Arayan İnsan” isimli kitabı May‟in psikolog olarak daha çok tanınmasına vesile olmuştur. Amerikan Psikoloji Cemiyeti tarafından yazılarının “zarafetini, zekâsını ve üslubunu” onurlandıran Altın Madalya Ödülü’ne layık görülmüştür. May dünyanın en ünlü psikoterapistlerinden biri olmuştur.

I. Vaziyetimiz

20. yüzyıl ortalarındaki bireylerin temel problemi, “boşluk” hissi olmuştur. Bu boşluk hissi, aslında bireyin kendi hayatını kontrol edemediği inancıyla oluşan bir şartlanmanın sonucudur. Bağımsız bir dürtüye sahip olamamanın yarattığı bu içsel boşaltılmışlık, başkalarının beklentilerine göre hareket etme eğilimi göstermektedir. Roll, günümüz insanının “boşluk duygusu”, “yalnızlık” ve “endişe” sorunlarını ele alırken,  bu sorunların nedenleri olarak içi boşalan toplumsal değerleri, benlik bilincini yitimini, iletişim dilinin yitimini, doğa bilincinin yitimini ve trajedi duygusunun yitimini gösterir.

Günümüz insanı ruhsal çöküntü veya otoriter bir düzene teslimiyet arasında kalmaktadır.  Bu durum, bireylerde amaçsızlık ve güçsüzlük hissi yaratır, kayıtsızlığa ve umutsuzluğa yol açarak yıkıcı davranışlara neden olur. İnsanlar ne istediklerini, ne hissettiklerini bilemeyerek, amaçları başkalarının beklentilerini yansıtır. Bu sorunlar yüzeysel değil, derin kökenlere sahiptir ve toplumun anonim otoritelere bağımlılığıyla bağlantılıdır. “Sağlıklı birey olmanın, potansiyeli gerçekleştirme,  özgürlüğü kabullenme ve sevme yeteneğiyle bağlantılı olduğunu vurgular” Roll.

Toplum, komşusundan geri kalmama baskısıyla, anonim güçlerin etkilerine teslim etmiş durumdadır. Toplumsal kabul görme ihtiyacı da yalnızlık ve itilmişlik duygusunu artırmaktadır. Yalnızlık, boşluk duygusuyla yakından ilişkilidir ve bireyin öz varlığını kaybetme korkusuna yol açar. Buradaki yalnızlığın en önemli karakteristik özelliği, bireylerin başkalarıyla bağlantı kurma ihtiyacından kaynaklanmaktadır.  İnsanlar yalnızlıktan kaçmak için çeşitli aktivitelere yönelirler. Rolla göre bu kaçış,  tatil beldelerindeki sürekli sosyalleşmeyle de örneklendirilebilir. İnsan, sosyal bir varlık olduğundan yalnızlıktan korkar. Toplumda yalnızlığı dile getirmek bile yadırganır; tek başına olmak başarısızlık olarak algılanır. Yalnızlık korkusundan kaynaklı,  öz benlik algısı başkalarının görüşlerine bağlıdır;  tek başına kalma fikri,  benlik kaybı ve çaresizlik hissi yaratır çünkü. Mutlaka genel olarak herkes Kafka’nın “Dönüşüm”nü okumuştur. Sıra dışı ve ürkütücü hikâyesinde insanın kendi öz benliğinden ve güçlerinden vazgeçtiğinde neler olabileceğini anlatmıştır. Kahramanı bir sabah uyandığında artık insan olmaktan vazgeçmeyi seçip bir hamamböceği haline dönüşmüştür.

Rönesans’ta doğaya duyulan sevgi vurgulanırken,  19. yüzyılda makineleşme ve Descartes’ın ruh-beden ayrımı düşüncesiyle doğaya egemenlik ve büyünün bozulması ön plana çıkmıştır. Bu kopuş, boşluk hissi ve yalnızlığa yol açmıştır. Rollo, “modern insanın boşlukta, kimliğini ve duygularını bilmez halde yaşadığı, sosyal kabul için benliğini feda ettiğini” belirtiliyor. “Boşluk ve anlam arayışını, sosyal kabul baskısıyla bastırılmış bireysellik ve benlik bilinci eksikliğinden kaynaklı” olduğunu savunuyorModern dünyada insan kendine yabancılaşmaya başlamıştır. Camus’un, “Yabancı” eserinde modern insana ait korku verici, sarsıcı bir yandan da altüst edici bir tual çizmiştir. Toplumumuzda benlik bilinci yitiminin en dikkat çekici anlatımı olmuştur. Camus, bu benlik yitimini ve bireyin gerçeklikle bağının kopuşunu dramatik bir şekilde örneklemektedir.

20. yüzyıl, Orta Çağ’dan beri endişenin en etkili olduğu dönem kabul edilmiştir. Endişe, psikosomatik hastalıklara ve toplumsal çatışmalara neden olan çağımızın büyük bir tehlikesidir. Endişe kimlik belirsizliği ve geleceğe dair bilinmezlikten doğar. Bu, geleceğe dair belirsizlik ve varoluşsal sorularla kendini gösterir. Endişe, korkudan farklı olarak, tehlikenin ne olduğunu bilmemek ve hazırlıksız olma halidir. Korku, bireyin benliğinin bir kısmını etkilerken, endişe tüm benliği tehdit ettiğinde ortaya çıkan bir durumdur. Genellikle endişe benliğe yönelik tehlikelerden kaynaklanır. Her insanın yaşama sebebi vardır ve bu sebebin yok olması varoluşsal bir krize yol açar. Roll, “bu endişe, bilinçaltındaki çözümlenmemiş çatışmalardan kaynaklanır ve profesyonel yardımla, sorunun kaynağıyla yüzleşilerek çözülebileceğini” belirtmiştir. “Psikiyatristlere başvuranlar, toplumun ortalama bireyleri değil, daha duyarlı ve olayları rasyonel değerlendirmekte zorlanan kişiler olduğunu ve psikolojik destek arayanların boşluk hissetmesi yaygın bir sinirsel sorun olmayabilir; ancak bu kişiler, toplumun kabul ettiği savunma mekanizmalarının işe yaramadığı, daha duyarlı bireylerdir” demiştir Roll. Nietzsche, bilimin gelişmesinin etik değerleri yok etmesi ve bunun nihilizme yol açmasıyla “Tanrı’nın ölümünü” öngörmüştür. Modern toplumun değer yargılarındaki çöküşü ve bunun yarattığı boşluğun sonucunda yeni bir değerler sistemine ihtiyaç duyulduğunu belirtmiştir

II. Bireyselliğin Yeniden Keşfi

Yaklaşık bir yaşından sonra insanlarda “benlik bilinci” gelişmeye başlar. Zamanı algılama, geçmişi hatırlama, geleceği planlama ve soyut kavramlar oluşturma gibi yetenekler sağlar. İnsan varoluşu, düşünmekle sınırlı değildir; düşünen, hisseden, algılayan ve davranan bir bütününü oluşturur.

Toplumda kendini aşağılama, değersizlik hissini telafi etmenin bir yolu haline gelmiştir. Sorunları çözmek yerine kaçınmayı sağlar ve başkalarından nefret etmeye yol açar. Bu durum, aşırı kibirle bağlantılı olup,  depresyon ve sevgisizlik deneyimleriyle ilişkilendirilir. Gerçek mutluluk,  kendiyle yüzleşebilen ve benliğini keşfedebilen bireylerde görülür. İnsan karar vermeden önce ne istediğini bilmelidir; bastırılan dürtüler saplantıya dönüşebilir.

Kendini sevmek başkalarını sevmenin ön şartıdır.

Bir insanın kendine güvensizliği ve başkalarıyla yakın ilişki kuramaması, “ben” deneyimini yaşayamamasından kaynaklanır. Benlik bilinci, duyguları ve bedeni deneyimlemekle gelişir; ancak toplumsal tabular, özellikle cinsellik ve beden algısıyla ilgili olanlar, bu bilince ulaşmayı engelleyebilir. Birçok yetişkin, vücutlarının farkında değildir; bedenlerini cansız bir makine gibi görür ve önemsemezler. İşlevsellik dışında bedenlerine dikkat etmezler. “Vücudu dinlemeyi öğrenmemenin hastalıklara yol açtığı, bedenin pasif bir obje gibi görüldüğü ve tıbbın yardımıyla iyileşmeyi beklemenin yanlış olduğunu” vurguluyor Roll ve “beden ve zihin bütünlüğünün sağlanması, psikosomatik hastalıkların tedavisinde vücudu dinlemenin önemi ve cinselliğin benlikle bütünleştirilmesini” savunuyor.

Hastalıklar, kişinin kendine yabancılaşmasının sonucu ortaya çıkabilir. Roll kendi hayatından deneyimlediği hastalık durumunu şöyle ifade ediyor: Kendini tanıma ve bütünleşme süreci olarak görenler iyileşirken,  sorunlarını çözmeden sadece fiziksel tedaviye odaklananlar hastalık döngüsünde kaldığını ve gerçek ihtiyaçlarımızı anlamak ve bunları dürüstçe ifade etmek, uzun süreli sağlık için tıbbi müdahaleler kadar önemli olduğunu belirtiyor.

Yaşamak, kendi farkındalığı ile eş anlamlıdır.

Yetişkinlerdeki sorunların kökeni genellikle çocukluktaki bağımsızlık mücadelesidir. Aile desteğinden emin olmayan çocuklar, bağımsızlıklarını olumsuz davranışlarla gösterebilirler. Ebeveynlerin endişeleri çocuklarına yansıyabilir. Baskılanan, görmezden gelinen çocuk kendi bilincinin potansiyelini yetişkinliğe geldiği zaman gerçekleştirmekte sıkıntılarla karşılaşabilir ya da gerçekleştiremez. Çocukluk dönemi, bireyselliğin gelişimi için önemlidir ve potansiyelin kullanımı, hem fiziksel hem de psikolojik sağlığın temelidir. Kişilik potansiyelinin hayata geçirilememesi ruhsal dengesizliğe ve hastalıklara da yol açabilir.

Roll kendi danışanlarından birkaç örnek de verir. Mesela, başarılı bir doktor adayı, bağımsızlaşma korkusunu rüyasında yansıtması ya da bir genç adamın rüyasında eve gitmesinin sebebinin evin askeri kampa benzemesi gibi…

III. Bütünleşmenin Hedefleri  

Bir kral, sıradan bir adamı kafese kapatarak özgürlüğünün elinden alınmasının sonuçlarını gözlemlemek için bir deney yapar. Adam başlangıçta öfkelidir, ancak zamanla teslim olur ve sonunda akıl sağlığını kaybeder. Roll bu hikâye üzerinden şu sonucu savunur; Özgürlüğün kısıtlanması derin nefret, öfke ve ruhsal çöküşe yol açar.”  Özgürlük, “istediğini yapabilme” değil, gerçekleri seçerek kabullenme ve onlarla nasıl bir ilişki kuracağımıza karar verme yeteneğidir. Özgürlük, “evet” veya “hayır” demekle sınırlı değil, kendini şekillendirme ve yaratma sürecidir. Bu özgürlük, bireyin kendi seçimlerini yapması ve bunların sonuçlarını üstlenmesi anlamına gelirken,  eleştirmenler varoluşçuluğun geleceğini ve bireyin toplumsal yapıyla ilişkisini tartışmaktadırlar.

Adem ve Havva efsanesi üzerinden, insanın benlik bilincine varmasını ve ahlaki sorumluluğun başlangıcını, cennetten çıkış ve masumiyetin kaybı olarak açıklayan Roll, bu sürecin insanın psikolojik ve ruhsal doğumunu temsil ettiğini savunuyor. Yunan mitolojisindeki Prometheus öyküsüne benzerlik gösteren Adem’in öyküsü, insanın kendini aşma çabasının Tanrı tarafından cezalandırılmasını anlatır ve yaratıcılığın getirdiği kaygı ve suçluluk duygusunu simgeler.  İnsan yaratıcılığının tanrılarla çatışması, Adem ve Prometheus efsanelerinde görüldüğü gibi, sınırları aşma girişimi olarak yorumlanabilir.  Adem’in efsanesi, itaatin önemini vurgularken, itaatin ahlaki boyutunu ve dinin insan özgürlüğünü kısıtlayıcı yönünü sorgular niteliktedir. Bu isyan, yeni yaşamın mevcut düzeni tehdit etmesi ve otoriteyle mücadeleye yol açması nedeniyle lanetlenir.

Dostoyevski’nin “Yüce Yargıç”  adlı hikâyesi üzerinden, insanların özgürlük yerine itaati ve güvenliği tercih etme eğilimine, dinin de insanları kontrol altına alma çabasına dikkat çekiliyor. İnsanların özgürlükten çok düzen ve güvenlik arayışında olduğu, bunun da dinler tarafından kullanıldığı vurgulanıyor. Din eleştirisi, Nietzsche ve Freud gibi düşünürler tarafından yapılmış,  dini bir bağımlılık olarak görenler de olmuştur. Din, güç mü yoksa zayıflık mı kaynağıdır sorusu, dinin bireyi nasıl etkilediğine bağlıdır. Din’in bağımsızlığı mı yoksa acizliği mi pekiştirdiği tartışmalıdır; huzur sağladığı iddiası da her din için geçerli değildir. Din, bireylere huzur verebilirken, aynı zamanda bağımlılığa ve özgürlüğün kısıtlanmasına yol da açabilir mi?

Roll May, Psikoterapi deneyimleri, dindar geçmişe sahip bireylerin hem yüksek motivasyona hem de başkalarına bağımlı olma eğiliminde olduğunu gösteriyor. Ebeveyn baskısıyla birleşen din, bireyin otonom kararlar almasını ve potansiyelini gerçekleştirmesini engelleyebilir. Bireyin hayatın anlamını bireysel güvenle birleştirmesi olumluyken, tüm ihtiyaçlarının başkası tarafından karşılanmasının ilahi bir hak olduğunu düşünmesi, terapinin ve yaşamla bağın olumsuz etkilenmesine yol açtığını belirtir.

İnsanlar, toplumsal dışlanma korkusundan dolayı cesaretsiz davranışlar sergilerler. Kendi olmak için cesaret, bağımlılıktan özgürlüğe geçişi ve bilinmeyene adım atmayı gerektirir. Cesaretin karşıtı korkaklık değil, cesaretin olmamasıdır; günümüzde ise istemsiz uyumdur. Cesaret, yaratıcı ilişkilerin temelidir. Yaratıcılık ise cesareti gerekli kılmak;  yeniyi üretmek için eskisini yıkmak,  kendini anne bağlarından kurtarmayı gerektirir. Roll,  erkeklerde cinsel sorunlar, anneye duyulan korkunun kadınlara yansımasıyla ilgili olabilir” ihtimali üzerine durmuştur. May, cesaretin temelinin ahlaki cesaret olduğunu,  çocuklukta yaşanan baskıların yetişkinlikteki cesaret gelişimini engellediğini,  özgürlüğün ise kişinin kendi gücüyle bağlantılı olduğunu savunur. Çocuğun cesareti, ebeveyn sevgisi, güveni ve yeteneklerine duyulan inançtan kaynaklanır.  Aşırı koruma veya zorlama, çocukta cesaret değil, korkaklık yaratır. Bu durum, kişinin kendine değil başkalarının onayına bağımlı olmasına sebep olur. Başkalarının onayını kazanma, memnun etme  çabası, zayıflık, değersizlik ve  kişinin kendi değerini hiçe saymasına yol açar. Ancak, ebeveyn veya otorite figürlerinin kurallarına göre yaşamaktan kurtulmak, gerçek özgürlüğe ulaşmak için zor ve cesaret isteyen bir adımdır.  Bu, bireyin kendi sınırlılıklarını kabul ederek sorumluluk alması anlamına gelir;  bu da olgunluğun ve gerçek cesaretin göstergesidir. Gerçek cesaret, içsel bir tavırdır.

Roll, “toplumda sevginin nadir olduğunu ve genellikle yanlış anlaşıldığını ve sevginin, karmaşık duyguların karışımı olup,  öğrenilmesi gereken bir beceri” olduğunu vurgular. Ne yazık ki, toplumun rekabetçi yapısı ve bireyselliğin getirdiği yalnızlık, sevgiyi öğrenmeyi zorlaştırıyor. Dolayısıyla,  sevgiyi öğrenmek için öncelikle nasıl sevemediğimizi anlamamız gerekiyor.

Roll, “toplumumuzda sevgi eksikliği, “kolektivizmin nevrozu”na yol açmakta olduğunu belirtir. Çocuklar sevmeyi öğrenirken, ebeveynlerin “Tanrı” rolünden uzaklaşması gerektiği, sağlıklı bir davranış” olduğunu savunur. Çocukların ebeveyn sevgisi, karşılıklı fedakârlığa değil, bireyin olgunluğuna ve sevme kapasitesine bağlıdır. Gerçek sevgi, kendini vermeyi ve birleşmeyi içerir; kendini kaybetme değil, kendini bulmadır. Sevgiyi idealize etmek yerine, duyguları doğru adlandırmak ve gerçekçi olmak önemlidir.

Gerçeği görmek cesaret gerektirir.

Oidipus’un öyküsü, gerçeği aramanın zorluğunu ve gerçeği görmemek için gösterilen çabayı simgeler. Oidipus’un trajik durumu, gerçeği görmedeki sınırlılığı ve körlüğü irdeler. Gerçeği aramak, hoşlanmadığımız gerçeklerle yüzleşmeyi gerektirir. Gerçeği görebilmek, öz bilinç ve bilinçaltındaki unutulmuş bilgileri hatırlamaya bağlıdır.

Roll’a göre, “gerçeği soyutlayarak kaçınmak da yaygın bir yöntemdir.” Zamanın belirsizliği ve felaketler nedeniyle bireyler, benlik gelişimi yerine kaçış yolları ararlar. İnsanlar zamanı niceliksel değil, deneyimlerin anlamına göre algıladıkları için zamanı düşman değil, dost olarak görmek ve mevcut durumda elimizden geleni yapmak önemlidir.

İnsan, geçmişten ders çıkarıp geleceği şekillendirebilen, zamanı aşabilen bir varlıktır. Zamanı bilinçli olarak yapıcı, işlevsel olarak kullanırsak zamanın kölesi olmaktan öteye geçebiliriz. Geçmiş ve geleceğe takılıp kalmak yerine, şimdiki zamanın değerini anlamak önemlidir. Şimdiki anı kabullenmek, geleceği inşa etmenin ve “sonsuzluk” hissini deneyimlemenin anahtarıdır. Anın önemi; geçmiş ve gelecek ancak şimdiki zamanla anlam kazanır. Geçmişi veya geleceği bahane ederek bugünü yaşamamak kaygılı bir süreçtir; bu kaygı, “çıplak kalma” endişesi yaratmaktadır. İnsan sonsuzluğu beklemek yerine, mevcut zamanı değerlendirerek, özgürce ve sorumlu kararlar alarak zamanı aşabilmeli  ve yaşamanın gerçek gerekliliğini yerine getirebilmelidir. Sonsuzluk, zamanın ötesinde bir kavram olup, her anın içinde yaşanır kılınabilir. Zaman, bir koridor değildir, sürekli devinimi olan bir açıklıktır.

Sevgi, bütünlük ve cesaret gibi değerler geleceği inşa etmede önemli etmenlerdir. İnsan, fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal bir varlık olarak özlüğüyle bir bütünü oluşturmaktadır. Erikson’ a göre, “deneyimlerimizi kişisel öykümüzde birbirlerine bağlamak, hayatımızın anlamını bulmanın yollarından biridir.” Çünkü mutsuzluk, kendini tanımamaktan kaynaklı bir eylemdir.

Bizi biz yapan içimizdeki gücün ve bütünlüğün kaynaklarına inmeliyiz. Olası güç hepimizin içinde, bilinçli incelemeyle keşfedebiliriz. Kişisel deneyimlerimiz yaratıcılığa bunun nihayetinde de benliğin dönüşümüyle olur. Anlam birey tarafından inşa edilmesi gereken bir süreçtir ve bu hayat boyu devam eder. Sartre’ın neredeyse evrensel olarak kabul görmüş “kendine dürüst ol” cümlesi en güzel açıklayıcısıdır. Kendisine karşı  dürüst olmayan kimse, başkalarının ona karşı dürüst olmasını bekleme hatasına düşmemelidir. William James’in dediği gibi, “Dünyayı daha sağlıklı bir yer haline getirmek istiyorsan işe önce kendinden başlaman gerekir.”  Kendini inşa etmekten asla vazgeçmemelisin. Yeri geldiğinde yıkman bile gerekse yine yeniden kendinden başlayıp kendinde bitmelisin. Endişelerin benliğini esir almasına izin vermemelisin, seni güçsüz bırakmaktan başka bir işe yaramaz onlar. Doğayla yaratıcı bir ilişki içerisine girerek çokça cesaret biriktirmelisin. Kendi kendinin farkına varabilmen için çok gerekli bir eylemdir cesaret. Büyük içsel güce sahip olan tek bir kişi bile olsa çevresindeki korkuya kapılmış insanları sakinliğe kavuşturabilir. İnsanlığın gereksinimi olan da budur. Yeni fikirlerin oluşturduğu yeni bakışlar çok önemlidir.

Mutluluk geçmişte veya gelecekte değil, şimdiki zamanda aranmalıdır.

Camus,” Sisifos’u mutlu biri olarak hayal etmeliyiz” demiştir. Çünkü farkındadır. O kayayı tepeye doğru bilinçlice, tek başına olduğunu bilerek vazgeçmeden ve azmederek taşıması bile yeterlidir. Camus Sisifos’un kayanın tekrar düşeceğini bildiği halde her seferinde tepeye çıkarması bunun varoluşunun nedeni olduğunu, bu azmini ve sonucunu bildiği halde asla vazgeçmeyişini mutlu ve umutlu bir amaç olarak düşünür. Çünkü onun bu çabası, azmin kaderine boyun eğmekten öte yapılan zulmü görmezden gelerek tanrılara karşı gelmektir. Sisifos her şeye rağmen yaşamayı seçmiş olmasıdır.

İnsan her şeyi sorgulamaktan öte kendini yaşamın bir parçası olarak hissetseydi anlam karmaşası içinde debelenip durmaz ve bir çıkar yol aramak için kendini aşmak durumunda kalmazdı. Hayatta yabancılaşmazdı. Avusturyalı psikiyatrist Frankl’ine , “Her insan yaşam tarafından sorgulanır. Kendi yaşamı için cevap verirken aslında yaşama cevap verir” demiştir ve  “yaşamda bir anlam bulmalıyız” cümlesinin altını önemle çizmiştir.  Epikuros ise zamanın çok ötelerinde düşünen bir filozof olarak “Zaman” kavramı hakkında Frankl’in düşüncesini anlamlandırır niteliktedir. “Kişinin zamanı nasıl tattığına hatta nasıl tatmayı seçtiğine göre değişir” demiştir.

Sonuç olarak kendi benliğinizin özüne ulaştığınız ve her şeyin farkına vardığınız sürece yaşama daha anlamlı bir bakışla bakabilirsiniz. Kendiniz olmanın farkını fark edebilir, Kafka’nın Hamamböceği, “Dava” romanının isimsiz kahramanı ya da Camus’un genç kahramanı Meursault’un kendine ve topluma yabancılaşmasının, duygusal olarak yoksunlaşmasının ötesine geçerek Sisifos gibi yaşama derin bir tutku ve cesaretle bağlanabilirsiniz.

Biliyor musunuz? Deniz kabuğundan boynuzu olan tanrı Triton’un uğultulu müziğini duyabilmenizi çok isterim ama önce deniz kabuğunu kulağınıza dayamanız gerekiyor. Kulağınıza gelen  “kendiniz olan” müzik hiç susmasın. Şimdiki zamana ait mutluluklar yaşamanız dileğimle. İyi yıllar…

Bu eseri mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Hiçbir şey bulamasanız bile ‘kendinizi’ bulacağınıza eminim.

Yorum yapın