“Kendini doğuran tek ressam”: Frida | Şule Tüzül

Nisan 17, 2019

“Kendini doğuran tek ressam”: Frida | Şule Tüzül

Miro ve Kandinsky’nin yanı sıra başka bir büyük hayranı Picasso’nun “onun yaptığı portreleri resmedecek yeteneğe sahip değiliz” dediği Frida Kahlo 1907’de Meksika’nın mütevazı bir evinde dünyaya geldiğinde, ömür boyu tükenmeyecek sonsuz yaşam sevincine sonsuz acıların eşlik edeceği bir yaşam onu bekliyordu. 19 yaşında mucizevi şekilde kurtulduğu trafik kazası, bedenini sakat bırakırken, tıp okumayı düşünen Frida’yı resim yapmaya yönelterek dünyanın en ünlü ressamlarından biri olmasına neden oldu. Öldüğünde geride bıraktığı 200’e yakın muhteşem tablo aynı zamanda inişli çıkışlı yaşamının otobiyografisiydi. Bu yüzden her biri benzersizdir. En büyük tutkusunun kendisi olduğunu resimleri ile de kanıtlayan Frida’nın inatçı yaşam sevinci, yaşamından hiç eksilmeyen bedensel acılar kadar en büyük aşkı Diego Rivera’nın yaşattığı ruhsal acılarla bıkmadan usanmadan mücadele etti. Kısacık yaşamı ile son nefesine kadar pes etmeyen bir kadının hikayesine tanık oldu dünya.

Frida, dünya çapında tanınan bir ressam olmaya doğru ilerlerken Meksika da siyasal ve toplumsal açılardan en hareketli dönemlerinden birini yaşıyor, dünyanın birçok yerinden birçok sanatçıyı kendine çekiyordu. O dönemin hem siyasi hem de sanatsal sürecine etkisi olan isimlerden Tina Modotti, sevgilisi fotoğrafçı Edward Weston ile Meksika’ya gelip yerleştiğinde, Frida’nın yakın dostlarından biri olmakla kalmayacak, büyük aşkı Diego Rivera ile tanışmasını sağlayacaktı. Diego’nun üçüncü eşi olduğunda Frida 22, Diego 42 yaşındaydı. Dünyaca tanınmış aşklar listesine eklenen Frida-Diego aşkı, her ne kadar Frida için ressamlık sürecine büyük katkı sağlasa ve son nefesine kadar yaşamının vazgeçilmez parçası olsa da aynı zamanda onu gün be gün tüketen en büyük acısıydı.

“Hayatımda iki ciddi kazanın acısına katlandım. İlki, bir tramvayın beni yere devirdiği kazaydı. İkincisi ise Diego.”

Frida’ya olan sevgisine rağmen ona asla sadık kalamayan Diego’nun Frida dahil kimseden saklamadığı ilişkileri sonunda Frida’yı pes ettirdi, ancak Diego’yu terk etmek yerine onu öyle kabul etti. Acı ve hayal kırıklıklarını başka aşklarda sağaltarak. Zaten dünyanın her yerinden ünlü sanatçılardan oluşan hayran kitlesi her geçen gün artıyordu. Onu gören herkes ona aşık oluyordu. Trotsky (Troçki)’den Nicolas Muray’a, Isamu Noguchi’ye kadar birçok ünlü ile yaşadığı aşklarla da adından söz ettirdi Frida. Bir kere boşanıp tekrar evlenen Diego ve Frida, Frida’nın ölümüne kadar birlikteydiler. Resim yapması konusunda onu en çok destekleyen, teşvik eden ve dünyanın en tanınmış ressamlarından biri olmasını sağlayan da Diego oldu. Diego da Frida’nın kendinden çok daha yetenekli bir ressam olduğunu sık sık dile getiriyordu. “Onu tanımadan ölseydim, gerçek bir kadının nasıl olduğunu öğrenmeden ölmüş olurdum!” diyecek kadar hayrandı Frida’ya.

Yaşamı boyunca çoğu omurgasında ve sağ bacağında olmak üzere 32 ameliyat geçiren Frida, ömrünün büyük bölümünü hastanelerde ve evde yatakta geçirdi. Resimlerinin büyük çoğunluğunu acılar içinde yatağında boylu boyunca yatarken yaptı. İşin en üzücü yanı ise, geçirdiği onca ameliyat hiçbir zaman sağlığını daha iyiye götürmedi, aksine her ameliyat bir sonraki ameliyatına neden oldu ve acıları hiç bitmedi. Acılarını hiçbir zaman ciddiye almadan yaşamayı seçti. Çevresini ona bu kadar hayran bırakan özelliklerinden biri buydu.

“Ölüme takılıyor ve gülüyorum ki bana üstün çıkmasın.”

“Kendimi çiziyorum, çünkü çoğunlukla yalnızım, çünkü en iyi bildiğim konu benim.”

“Hiçbir şey gülmek kadar değerli değil. İnsanın hafiflemek için gülmesi ve kendini kaptırması, güçlü olduğunu gösterir. Trajedi bu dünyadaki en saçma şey.”

İlk bakışta yaşamının acı ve trajedisini yansıttığı düşünülen resimleri de aslında hayata bakışını destekliyordu. Bu resimlerde bir yandan acısını dile getirirken, kullandığı imgelere ve renklere verdiği anlamlarla hayata Frida’ca baş kaldırıyor, itiraz ediyor, isyan ediyor ya da gülüyordu. Renklere verdiği anlamları içeren notlarında siyah için “hiçbir şey siyah değildir, gerçek anlamda hiçbir şey”, diyordu mesela. İlk kişisel sergisini 1939’da New York’ta açtığında çoktan dünyaca tanınan bir ressamdı. Yakın dostlarından fotoğrafçı Lola Alvarez Bravo “Frida kendini doğuran tek ressam” derken, Andre Breton Frida’nın çalışmalarını “bir bombanın etrafındaki kurdele” olarak tanımlıyordu. Aynı yıl Paris’te açılan Meksika sergisindeki resimleri karşısında Kandinsky o kadar etkilenmişti ki sergi salonunda herkesin gözleri önünde duygu dolu yaşlar yanaklarından süzülürken Frida’yı havaya kaldırmış, yanaklarını ve alnını öpmüştü. Picasso ise sergi süresince onun büyüsü altındaydı. Miro da ondan etkilenenler arasındaydı.

“benim resimlerim… hiç kimsenin değerlendirmeleri ya da önyargıları olmaksızın, kendimin en dürüst ifadesidir. Az resim yaptım; onları da zafer ve hırs duygusundan uzak, ama her şeyden önce kendimi mutlu etmek istediğime, sonra da hayatımı sanatımla kazanmak istediğime inanarak yaptım… benim istediğim şekilde ve istediğim her şeyin resmini yapmam için birden fazla yaşam bile yeterli olmazdı.”

Sanat dünyası ilk başlarda onu sürrealist bir ressam olarak ilan etmeye çalışsa da, Frida ve Diego buna şiddetle karşı çıktılar. Diego onun tamamen gerçekçi bir ressam olduğunu savunuyor, Frida ise resim yaparken gerçeklerin ötesine geçmeyi arzuladığını ancak gerçeklerden asla uzaklaşmadığını söylüyordu.

“Benim bir sürrealist olduğumu düşündüler, ama değildim. Ben asla hayalleri resmetmedim. Ben kendi gerçekliğimi resmettim.”

Kendi gerçekliği kadar, Meksika’ya, Meksika’nın tarihine, komünizme bağlı bir ressam olarak resimlerinde her zaman yaşanan toplumsal ve siyasi olaylara dair imgelere yer veriyordu. Her ne kadar sanatçılardan oluşan bir çevrenin içinde yaşasalar da, Frida’nın en iyi anlaştığı insanlar sanat dünyasının dışında basit yaşamları olan insanlardı ve hep onlara yakın bir yaşam sürdü. “Resimlerimle, ait olduğum halka ve bana güç veren fikirlere layık olmak istiyorum. Yaptığım işin, insanların barış ve özgürlük için verdikleri mücadeleye bir katkısı olmasını istiyorum.” diyordu.

Kendi ülkesinde ise ilk ve tek kişisel sergisi ölümünden bir yıl önce yapılıyor. Bu sergi de Meksika’nın unutulmaz olaylarından biri olarak tarihe geçiyor. Çünkü oturamayacak kadar hasta olan Frida sergi salonuna evindeki yatağını getirtiyor, sergiye sedye ile ve kendine özgü kıyafet ve makyajı ile geliyor. O geldiğinde yüzlerce insan onu görmek için sergi salonunun önünde bekliyor. Gelişi öyle büyüleyici anlara sahne oluyor ki, fotoğrafçılar belki bu büyülenmişlik halinden, belki o ana saygılarından fotoğraf makinelerini indiriyorlar, o ana ait sadece tek bir kare kalıyor tarihe.

“Sevgi, yaşamak için sahip olduğumuz tek neden.”

Son yaptığı resmi tamamladıktan sonra, ölümünden sekiz gün önce resmin üzerine kırmızı renkle tarih ve yer ismi yazıyor Frida, sonra da VIVA LA VIDA (hayatı yaşa) yazarak yaşamı son kez selamlıyor.

Tüm bu bilgileri sanat tarihçisi Hayden Herrera’nın kitabından aldım. Birçok dile çevrilerek dünyanın her yanında en iyi Frida biyografisi olarak kabul edilen ve sinemaya da uyarlanan kitap bu muhteşem kadını tanıma şansı sağlıyor.

Şule Tüzül – edebiyathaber.net (17 Nisan 2019)

Yorum yapın