Bilinmezlik yolu bazen bir çağrıdır. Orada hayata dair sırlı olan her şeyle karşılaşma olasılığı vardır. Eğer yaşamın tufeylisi değilseniz bunu anlarsınız. Ki, o, gitmelerin kapısını aralar; yeni karşılaşmalarla sizi bendinden çıkarıp taşkına çevirebilir.
Evet, hayat da taşkınlıklar gerektirir bazen. İşte o ân, kıyılarda yaşamayı bırakır daha içlere yönelirsiniz.
William Faulkner’ın Çılgın Palmiyeler’ini okuyunca, hayatın o taşkın yanlarına, taşıdığımız uçlara/kıyılara baktım bir süre. Harry ile Charlotte’un öyküsündeki karşılaşmanın o iki insanı alıp taşıdığı hayat, “Irmak Baba”daki mahkûmun yaşananlar/doğa karşısındaki tutumu şaşırtıcı olmanın ötesinde çok insani boyutlar içeriyordu. Faulkner, insan karşılaşmalarındaki trajediyi/Traji-komik olanı bize gösterdiği gibi, metin karşılaştırmalarında da hayatın sırlı yanlarına nasıl bakmamız gerektiğini anlatmaya çalışıyordu aslında.
Düşündükçe, düş kurdukça kimi karşı duruşlardan da vazgeçersiniz. Bir tür deri değiştirmedir bu. Tamamen sizde olanı bırakma olmasa da, bir nefes alma, yenilenmedir.
Yoksa, hayatı/mızı uçlara taşımayı nasıl göze alabiliriz ki o türden yenilenmeler, soluk almalar olmazsa.
Bir filme taşınan gerçek…
Bir yanıyla da karşılaşma öyküsü olan Arnaud Desplechin’in Düş ve Gerçek/Jimmy P. filmi; izleyenini de kendi bellek zamanlarına döndürüyor. Benliğinizi ve aidiyetinizi sorgulatıyor.
Rüya gördüğümüz dilden unutma biçimlerimize, çocuklukta saklı duran ruh acılarımızdan yüzüstü bırakılma zamanlarımıza dair birçok şeye dönük yolculuklara çıkarıyor bu film bizi.
Hayatın iki uç yerinde duran hasta-doktor karşılaşmasında da birbirine doğru yürüyen iki insanın düşte ve gerçekte buluştukları nokta; kendi sanrılı zamanlarını aşmada da desteğe dönüşür.
Bu tür karşılaşmalarda hayatı, bazen, elmayı soymaya benzetirim. Elinizdeki bıçakla dokunduğunuz kabuk sizin el becerinizle biçimlenir. İncelik kalınlık, elmanın özüne dokunuş ya da oluşabilecek bir kesik… Her şey elinizde sizin… Soyma biçiminiz size dair ipuçları da verir. Bir insanı tanımak için eline bir elma, bir de bıçak vermeniz yeter!
Karanlığa düşeni tutup oradan çıkaran bakışın inceliği gibidir bu da! Ya öğreneni görürsünüz ya da öğretirsiniz.
Bir hayatı kanıtlamak için yaşamayız, yaşadıkça biriktirdiklerimizle var olmayı değerli, anlamlı kılabiliriz ancak. Ama bunu güzelleştirmek için her şeyi yaparız; çalışırız, öğreniriz, gideriz, severiz, tutkular ediniriz, deri değiştiririz… Bunun da tek başına olamayacağını bilerek o karanlıktan çekip alırız kendimizi ruhumuza dokunanlarla. Tökezlemeler olmaz mı? Olur! Sanrılar? Elbette! Kesikler, yaralar kaçınılmaz…
En büyük savaş insanın içindeki. Bellek yıkıntılarını en çok budur bize gösteren, hatırlatan. Gene de karşılaştığımız bir yüz, dokunduğumuz bir el, sözde buluştuğumuz bir nefes bize tutunmayı öğretir yeniden.
Bilirsiniz ki, artık, yüzleşmek iyileştiricidir.
O karşılaşmada Jimmy P., onca çok şeye döner ki hayatının karanlıklarında: kaçış, tiksinme, suç, korku, ihanet, ölüm, keder, bırakılmışlık, hayal kırıklığı, ceza, kaybolma, yalan, öfke, yerini alma, yerlilik, haz, terk ediş, aldanma, dönüşme, ötekileştirme…
Ve o arayışı bitmeyen insan, birinden diğerine gitmeyi seçerken şunu da diyebilme cesaretini gösterir:
“Seninleyken hafifim, gerçek hayatta ise çok ağırım!”
“Ben olma” yolculuğumuzda geçmişten taşıdıklarımızla varlığımızın bizi götürdüğü iklimler zaman örselenmesini de yaşatır çoğunlukla. Hatırlanan o geçmiş zamanla bunlara da döneriz. İnançtansa vicdan duygusuyla bunlarla baş etmeyi öğreniriz.
Kendini ve diğerini ötekileştirmeden, dinin ve etnik kimliğin aidiyetine sığınmadan/kapanmadan, insandan uzaklaşmadan / uzaklaştırmadan varlığını; yaşanan hayatın bir parçası olmayı göze alan bir bakışı kuşanmak gerek…
Demin sözünü ettiğim deri değiştirmeyi, kabuğunu kırmayı da bu tür karşılaşmalar/yaşamalar öğretir insana. Bir film, bazen kendini hatırlatan bir yüz, yeniden karşınıza çıkan okunmuş bir roman o yeni söze/yaşama kapı araladığı gibi yüzleşme cesaretini de taşır size.
Şu sorgumuz da kaçınılmaz olarak bir sarkaç gibi durur karşımızda: Sanat mı hayatı taklit eder, yoksa hayat mı sanatı…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (5 Ağustos 2014)