Her gün yeni bir derse, öğrenme yolculuğuna başlarcasına başlarım güne. Yeni ve bilinmez her şey beni ilgilendirir.
Sürekli yeni bilgiler, yeni merakların peşinden giderim. Öğrenmenin tutsağı biriyim diyebilirim kendime.
Gene de, insan, kendini alıp bir yere taşımak istemine kapıldığında şunu ânlar; kendimi görmek istiyorum.
Ben bunu daha çok yazıda çıktığım yolculuklarım için söyleyebilirim.
Giderken “ben” olmak.
Bu biraz da “kendinde olmak”/”kendinde çıkmak”la ilgili bir ters yüzlülük durumunu anlatır bize. Ama kişi bunu ancak eylemde görebilir. Yani katılarak yaşarken.
Orada yetmeyen ise şudur: yaşadığı üzerinde düşünmemek.
Düşünmeyip sorgulamayınca ne olduğunuzu bilemezsiniz.
İnsan, kendini düşünerek hayata işe güce başlamalıdır.
Kendini düşünmeyen birinin bir başkasını, yaşadığı yeri, ülkesini düşünmesi pek olası değildir.
Bunu da bencillik yolu/odağı görmemek gerek.
Kendinde olmayı öğrenen biri, “neyim ben/kimim” sorularını sorarak hayat yoluna çıkar.
Aidiyetini sorgular, nelerle donanımlı olup olmadığını görmeye çalışır, bir meslek edinmenin erdemini düşünür, yaratıcılığın asıl buralardan ağıp geldiğini anlamaya çalışır.
Eğer gerçeğin peşindeyseniz kendinizden kopamaz, başkalarına da kayıtsız kalamazsınız. Hayatın özü sizi hem kendinize yakın tutar hem de başkalarına ilginizi arttırır.
İnsan varoluşu doğada biçimlenip, karşılıklı ilişkilerde (doğa-insan, insan-insan) değer kazandığına göre; yaşamanın sürekliliği, devinimi bunun; o gitme/anlama/yüzleşme/sorgulamayı kaçınılmaz kılar.
İşte kendine gitmek, kendini öğrenmek özü kavramaktır. Bir ağaç bile kökü ve gövdesiyle var olur. Onun aidiyetinde; toprak/hava/su/güneş vardır.
Kendine dönüşte insan hem iyisini, hem de kötüsünü/yanlışlarını/eksiklerini görür.
Eğer bundan yoksun bir hayat/yaşantı içindeyseniz günbegün körleşerek yaşamaya yaklaştığınızı da bilemezsiniz inanın.
Yoğunlaşma hali
Beni her daim ürkütendir. Orada kitlenin gücünü gördüğümüzden değil; tekleşmenin otoriterliğine itaat edenlerin kütleleşmesi kaygı ötesi bir durumdur.
Kendi olmama hali… Yani otomatlaşma.
İnsanlık tarihi bunu hep yaşadı, yaşıyor da. İnsandaki yıkıcılığın kökenlerine baktıkça, onun doğadaki/ailedeki biçimlenme süreçleri hep öne çıkıyor.
Michael Haneke’nin “Beyaz Bant/The White Ribbon” (2009) filmi bu açıdan benim için unutulmazdır.
Toplumun sürüklendiği savaş ve şiddet ortamının kökenlerinin neler/nerelerde olduğunu gösterir bize, Haneke.
Güneydoğu’da süren kirli savaşın bugün yaşattıklarına değil, bunu var eden iklime bakmak gerektiğini düşünürüm.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (27 Eylül 2016)