Kendini okutan kitaplar | Feridun Andaç

Nisan 14, 2016

Kendini okutan kitaplar | Feridun Andaç

feridun andac 10.tifSürekli okumanın, sürekli yazmanın açmazlarını bilen bilir.

İyi yazılmış bir kitap her zaman sizi yeni düşüncelerle buluşturur. Hele işin uzmanı, meraklısı tarafından yazılmışsa. Bunu daha çok bilimsel kitaplar, kuramsal metinler, denemeler için söyleyebilirim.

Gelin görün ki; sıra kurmaca metinlere gelince iş değişir. Orada beni saran/etkileyen hatta okumamı yönlendiren özgünlüktür.

Yaratıcının kendine özgü dili/söylemi ve kitabına yönelik halidir.

Bu sonuncuyu bütün sanat disiplinleri için söyleyebiliriz.

Orada da “yeni”/”farklılık” vardır elbette. Ama daha çok da kitabın özü/ruhuna yönelik beni sarar, sarmalar.

Şu günlerde ardı ardına okuduğum iki kurmaca anlatıda bu özellikleri görmem, beni, edebiyat adına umutlandırdı.

Şule Gürbüz‘ün “Öyle miymiş?“teki anlatılarını olurken upuzun, ıssız, yepyeni bir yolculuğa çıktım.

Gürbüz, kendini kolayca ele vermeyen bir yazar.

Öteden beri benim okuma gözlemimde biri.

İmlediğim “kendine özgülük”, bir yazarda önce “duruş”la, dil ve anlatımla; neyi/nasıl/niçin/neden söylediğiyle başlar.

oyle-miymisİşte Gürbüz bunları buluşturan bir yazar/anlatıcı.

Kitapta birbirine açılan/taşınan, birbiriyle buluşan dört metin var:

Cennet Varken Cinnet Olabilir mi? (s. 5- 43)

Hayır Demeden İtiraz (s. 45- 95)

Öyle miymiş? (s. 99 -156)

Sanki Daha Dünkü Cennet Kuşuyum (s. 157 – 198)

Gürbüz, anlatısını çavlanlardan geçiren biri. Yaratısalı öne alırken düşle düşünceyi, gerçekle “hakikat”i içselleştirir.

Öyle ki; bunların her birinin kazıcısı kesilir.

Anlatılarındaki” zaman”/”yer” ve “bellek” hatırlatmalarıyla örülü dünya, yaşadığımız o sanrılı “dünya”dır.

Her bir şeyin taşındığı, biçimlendiği; yitip yok olduğu, düşte ve düşüncede var olandır üstelik.

İçimizdeki kayıp zamanın sanrısını, o yaşanan alt üst oluşları ve karmaşaları, melez cinnet savrulmalarında ortaya çıkanlarla vermesi şaşırtıcıdır, ama bir o kadar da yenidir anlatı sanatında.

Onun anlatısına bakarken, her bir satırında hiç bitmesini istemediğiniz yolculuğunuzun sizi nasıl buruk/şenlikli/meraklı bir yol seyrine çıkardığını da düşünürsünüz.

“Bir söz bir hakikat bütün dünyayı, milyarları dolaşıyor da ne bir sahip, ne bir göğüs kafesi buluyor sığınıp saklanacak. Ne tenha bir yer burası, bir acı goygoycudan, bir dert kendi derdini unutmak isteyenden, bir düşünce kendi düşüncesini sağlamlaştırmak isteyenden, bir hakiki söz onu sade ezberine almak ve heybesine kendinin olarak katmak isteyenden başkasına rast gelemiyor. Aramak, sahibini aramak ve onu teselli etmek için değil bulup rast gelip kendine mal etmek için bir gayrette olmaya hitap ediyor. Bunca doğan, söyleyen ıssızlığını ve yalnızlığı alamıyor toprağın, kabirler de, ah kabirler de olmasa, dünyanın tutunacak tek taşı da olmasa daha da kayardı her şey muhtemelen.

Kır böcekleri, ardıç kokuları bal ve akik sarıları.” (s. 10 -11)

Okumamı sürdürüyorum yudum yudum.

Dönüp bunu size anlatacağım da sevgili okurum.

****

kesinkiBeni sarmalayan dahası kendini okutan bir diğer kitap/yazar da Nilgün Şimşek ve “Kesin ki Seni Seviyorum” romanı.

Kendisine söylemedim ama; ikinci romanını yazmadan ilkini okumayacağımın sözünü vermiştim kendime.

“Siyah Sardunyalar”ın ilk bölümünü okuduğumda, duralamış; “yeni” ve “özgün” bir anlatıcının sesiyle karşılaştığımı hissetmiştim.

O günlerde yakınımda duran birinin yazdığını hemen okumamı engelleyen; üzerinde çalıştığı yeni romanına dair taşıdığı/yansıttığı heyecan ve tutkunun tanıklığıydı.

Onu görmem, romanın öyküsünü bilip “kahraman”ını tanımam beni merak ötesi bir duyguya taşımıştı.

“Kesin ki Seni Seviyorum”u basılı kitap olarak elime alıp okumaya koyulduğumda not kâğıtlarıma yetişemez olmuştum.

“İyi roman, okuruna kendini yeniden yazdıran romandır”, gibisinden basmakalıp bir söz edecek değilim.

Benim gözümde “iyi edebiyat”, okuruna yeni algı kapıları açandır. İnsanı ve hayatı görülmeyen yanlarıyla gösterendir. Ama o yazar bunu; kitabının/konusunun ruhuna uygun anlatımı bularak/düşleyip tasarlayarak yapabilmişse üzerimizde o etkiyi yaratabilir ancak.

Nilgün Şimşek konusuna/kişisine öyle sadık/tutkulu bir anlatıcı ki; okura hayat aşısı yapmak için yola çıktığını derinden hissettirerek yazıyor.

Daha ilk cümlesiyle sizi sarmalıyor anlatıcı:

“Bahar geliyor ama gecenin bundan haberi yok”.

İki anlatı/cı katmanlı roman, romana konu olan kahramanın anlatımıyla böylece başlıyor.

Ve içinden çıkmak istemiyorsunuz o anlatılan dünyanın.

“Düşünüyorum da… Belki de hikâyemizi ilk anlattığımda, Burcu’nun bana söylediğini yapmalı, bunları kendim yazmalıydım…”(s.19)

İnsan kendi hikâyesinin dışına çıkıp kendini anlatabilir mi? Anlatırsa ortaya çıkan  nasıl bir şey olur?

Kurmaca, hakikatle gerçekliği ayırandır.

Yazarın yazınsal/yaratısal zihni olmadan hakikatten gerçeklik yaratamazsınız.

Nilgün Şimşek, burada, bir/kaç hayata dokunarak iki insanın “aşk”ını/uyumsuzluğunu, hayata tutunma derdini anlatsa da; aslında bu sorunun yanıtının ne olabileceğine de karşılık veriyor romanında.

Onun da, bir anlatıcı olarak, okuruna sunduğu şu:

Yaşadığımız hayatların anlatılmaya değer yanları olabileceğini unutmadan yaşayın. Ama inandırıcı olun; önce kendinize, karşınızdakine… Ve hayat ise anlar sizi, ta ki bir anlatıcı onu anlatılmaya değer kılıncaya dek.

Merakla, ilgiyle, dura düşüne okuyorum Nilgün Şimşek’in bu romanını.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (14 Nisan 2016)

Yorum yapın