“Günler, yıllar bir pustaymışçasına geçip gitti.
Genel olarak, hoşnudum.”
Açık bir sırdır mutsuzluk. Kabullenilmiş, yatıştırıcı bir uzlaşmayla yüze ve bedene sinmiş mutsuzluk. Açık bir sırdır. Herkes bilir, herkes görür. Kimse açık etmez. Makyajın albenisine, kof gülümsemelerin – yoksa sırıtma mı demeli? – coşkusuna katılır görünürler. Mutsuzluk yer etmiş, adeta bir hoşnutluğa dökülmüştür. Herkes hoşnut, herkes biliyor ve susup sırıtıyor. Sözcükler sırrı dürtene dek. Sözcükler anlamlarını değiştirip insanı bir yerden başka bir yere sürükleyene dek. Hoşnutluk boğazda bir yumruya dönüşene dek.
“Duymayı en çok arzuladığın sözcükler değişebilir. Sen beklerken, onlara bir şey olabilir. Aşk – gereksinim – bağışlama. Aşk – gereksinim – sonsuza dek. Böylesi sözcüklerin tınısı bir gürültüye, sert darbelere, sokaktan gelen çekiç seslerine dönüşebilir. Ve senin elinden gelen tek şey kaçıp gitmek olur; sırf alışkanlıktan o sözcüklere saygı duymamak, riayet etmemek için kaçarsın.”
Aşkın bitişi de açık bir sırdır. Ta başından itibaren. Aşkın dile gelmediği o ilk anda bile herkes bilir sonunu; başlangıcın yalnızca sonu işaret ettiğini. Ha uzun ha kısa. Sessizlikte uzlaşılmış, kabulleniş kaçınılmaz; görmezden gelmekten hoşnuduz. Herkes bilir; her şey ölür ya da dağılır.
“Aşk mutlaka ölür veya er ya da geç ilgi alanı dağılır, üzerine başka bir katman gelir – eh, bu durumda ölse daha iyi zaten.”
Ve yitirmek… Dünyada kapladığın yeri, engin gökte payına düşen havayı, içini ısıtan durakları yitirmek. Dolu dizgin neşeyi, ayakta durmanı sağlayan her bağlantıyı. Amacını, aracını, aynadaki yansımanı. Tüm yolları, tüm yordamları yitirmek…
“Bağlantı noktalarımı, kerterizlerimi yitirmiştim. (…) Çevreyle bağlantım tehlikedeydi – hepsi bu. Bağlantımız zaten yıpranır, tehlikeye düşer, neredeyse ortadan kalkmış gibi görünür. Manzaralar ve sokaklar bizi tanıdığını yadsır, hava incelir.”
Alice Munro’nun Açık Sırlar’da toplanan on iki öyküsü aşk, mutsuzluk, yitiriş, kayboluş ve tüm bunların hazin sıradanlığını temel alıyor. Genel olarak bir taşra hüznü var bu öykülerde. Ancak bu, yapay bir şekilde karartılmış, romantizmin tehlikeli – ve sığ – bataklarına saplanmış bir hüzün değil. Soğan doğramak kadar doğal, yalnız yenen akşam yemekleri gibi sıradan. Gerçek. Ama dramatik. Kasvetli.
“Geleneklerin, mevsimlerin belirlediği bir hayat. Cevizler dökülür, misk sıçanları derede yüzer. Dorrie muhtemelen, tam da böyle bir yaşam için yaratıldığına inanıyordu; ömrünü bu orta karar tuhaflığı, sıra dışılığıyla, başa çıkılabilir yalnızlığıyla geçirebileceğine.”
Sıradan insanların – çoğunlukla kadınların – “gerçek bir yaşam” edinme uğraşı öne çıkıyor Munro’nun öykülerinde. Ancak bu gerçek yaşam ya olması gerektiği gibi değil ya da başlı başına bir sorgu konusu – ve en kötüsü, kimi zaman bir yokluktan ibaret. Nerede bulunur gerçek yaşam? İnsan ne zaman gerçekten yaşamaya başlar? Nerede yitip gider yaşamı gerçek kılan her şey? Ve ne kalır geriye? Geriye kim kalır?
“Yüzlerce, binlerce kilometre ötedeki mutfaklarda, kremanın bir tahta kaşığın arkasında bıraktığı ince, yumuşak kabuğa bakacak, belleği bir an seğirecek ama şu ânı, açık bir sırra, ancak bir başkasına anlatmaya çalıştığın zaman ürkütücü gelen bir gize bakıyormuş duygusuna kapıldığı şu ânı ona tam olarak açıklayamayacaktı.”
Açıklanamayan bir şey. Kekremsi bir hüzün. Azla yetinen bir hoşnutluk. Geçmeyen bir zayıflık ve acizlik duygusu. Yıkıma uğrayan benlik. Gerçek yaşam peşinde bir enkaz. Tüketen kaygılar ve hedefini şaşırmış bir borçluluk hissi.
“Ona kalırsa, bırakın özgür ve verici biri olmayı, sık sık derin kaygılara ve umutsuzluğa kapılan, zamanını çamaşır yıkamakla falan tüketen, para konusunda endişelenen ve onu hayatına kabul eden her erkeğe çok şey borçlu olduğunu hisseden biriydi.”
Açık bir sırdır yenilgi. Makyaj tutmaz, kokusu bastırılmaz. Ruhu besleyen mizah törpüleyemez onu, her şaka sivriltir dikenlerini. Herkes bilir, herkes görür. Kimse açık etmez. Yatıştırılamaz ama uzlaşılabilir. Herkes ve her şey gibi. Gerçekliğinden şüphe duyulan her yaşam gibi.
“Şaka yapıyor. Şakalarla lime lime ediliyorum.”
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (7 Eylül 2017)