Bir kitap okunana kadar canlanmazmış ama bir kez okunmaya görsün, artık sonsuz kadar yaşarmış.
İrlandalı yazar Iris Murdoch’un 1954 yılında yazdığı ve Nihal Yeğinobalı’nın şahane bir çeviriyle dilimize kazandırdığı, ilk romanı olmasına rağmen en başarılı eserlerinden biri kabul edilen Under The Net / Ağ’ın kahramanları biz okur okumaz canlanıp hayatımıza giriyorlar. Öyle ki kitabı konuştuğumuz okuma grubunda baş karakter Jack’le yakın arkadaş olabileceğimize dair ortak bir istekte buluşuyoruz.
Romana girmiş her karakter; ağ gibi birbirine dolaşmış kafa karışıklıkları, iniş çıkışları, başarı ve başarısızlıkları, yetersizlikleri, uyumsuzlukları, aşkları, nefretleri, kıskançlıkları, şaşkınlıkları, yalnızlıklarıyla öyle gerçekçi bir dille anlatılıyor ki içlerinden birinde mutlaka kendimizden bir iz buluyoruz. Farkında olmadığımız ya da belki olmak istemediğimiz o iz, sözcüklerin gücüyle bir insanda can bulunca, belki de yalnız olmadığımız için, şöyle bir rahatlıyoruz. İster istemez o karakteri diğerlerinden daha çok sevip bir gün bir yerde dost olmayı dileyebiliyoruz.
Romandaki hikâyeyi Jack’in ağzından dinliyoruz. Jack Donague yalnızlıktan nefret etmekle birlikte yakınlıktan da korkuyor. Hayatının özünün kendi kendisiyle yürüttüğü bir konuşma olduğunu, bunu bir diyaloğa çevirmenin kendi kendisini mahvetmekle eş anlamlı olacağını söylüyor. Ona göre gereksindiği can yoldaşlığı, pub ve kahvelerin sağlayabileceği bir can yoldaşlığıdır. Ruhsal beraberlik denen şeyi asla istememektedir.
Kafasının karışık olduğuna dair ilk ifşa işte bu açıklamalarında ortaya çıkıyor. Çünkü nezle tedavisi konusunda deneysel çalışmaların yapıldığı bir sağlık kurumuna gönüllü denek olarak gittiğinde Hugo’yla oda arkadaşı oluyorlar. Varoluş, düşünmek, hayat üzerine saatlerce konuşup birlikte kuramlar üretiyorlar. Jack, bu diyalogları daha sonra Susturucu / Silencer adlı ilk kitabında yazıyor ama bunu Hugo’dan izin almadan yaptığı içine neredeyse romanın sonuna kadar suçluluk duygusuyla boğuşuyor.
Jack, Anna’ya âşık. Önce Londra sonra Paris sokaklarında Anna’yı arıyor. Hepimiz onunla birlikte Londra ve Paris’i sokak sokak dolaşıyor, publarda, kafelerde içiyoruz. Bizler birer kadehte kalıyor olabiliriz ama Jack bazen ipin ucunu fena halde kaçırıyor. O bir kadehin etkisinden midir nedir, bizler çok meraklanıp Google Earth’den o sokakların, hatta pub ve kafelerin gerçekte var olup olmadığına bakma dürtüsüne kapılıyoruz. Jack’in Google’dan haberi yok.
“Sevmek bir duydu değildir,” diyor Jack, “sınanabilir. Sevmek bir eylemdir, sessizliktir.” Rastlantıların peşine düşmeyi seviyor. Aklına ne zaman bir şey taksa, o şeyle ilgili, sayısız rastlantının karşısına çıktığına inanıyor. Ancak çok basit şeylerin yalana kaçmadan söylenebileceğini, hepimizin birbirimizin yaşamlarımızın çatlak ve aralıklarında yaşadığını söylüyor.
Jack, Hugo’ya haber vermeden yayınlattığı kitabı Susturucu’nun bir kopyasıyla Anna’nın yaşadığı evde karşılaşınca şaşırıyor. Kitabı eline alıp karıştırıyor.
“Kendi yazdıklarını aradan bir süre geçtikten sonra okumak kişiye her zaman tuhaf bir duygu verir. Çünkü insan hemen her seferinde, mutlaka etkilenir. Bu değişik metnin sayfalarını çevirdikçe bana öyle geldi ki yaratıldığı anla arama giren yıllar kitaba garip bir bağımsızlık kazandırmıştı. Çok eskiden, çocukluğundan tanıdığımız birini yetişkin olarak yeniden görmeye benziyordu.”
Irıs’in Jack üzerinden ifade ettiği bu sözler, yazma eylemi üzerine sadece okurları değil okur yazarları da ne çok zenginleştiriyor.
Jack gayet pratik ve pragmatik bir karakter. Çoğu zaman “düşünmesine katlanılmayacak düşünceleri düşünmeyerek” işin içinden çıkıyor. Beş dakikalık bir otobüs yolculuğu için beş dakika durakta beklemektense yirmi dakika yürümeyi tercih eden bir adam o. Hele bir kaygısı falan varsa hareketsizlik ve beklemek onun için işkenceye dönüşüyor.
Kaygılı hallerimde hareketsiz kalmak veya beklemektense yürümeyi hatta koşmayı tercih eden bendeniz, tam da bu noktada Jack’le arkadaş olabileceğime dair inancımın iyice pekiştiğini hissediyorum.
Jack’e göre insanın herhangi bir şeyi yapmak için iyi nedenleri varsa, kötü nedenleri de var diye o şeyi yapmaktan geri kalmamalıdır.
“İnsan bir başka insanı ne zaman sahiden ‘öğrenebilmiştir’ ki? Belki de öğrenmenin imkansızlığını kavradığı, öğrenmek arzusunu dışladığı ve en sonunda öğrenmeye ihtiyaç bile duymaz olduğu zaman! O zaman ulaştığı şey bilgi değil, bir tür ortaklaşa varoluştur ki bu da aşkın sayısız kisvelerinden biridir.”
Iris Murdoch, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Birleşmiş Milletler adına Belçika ve Avusturya’da mülteci kamplarında çalışmak için Avrupa’da olduğu zamanlarda Jean Paul Sartre ve Simon de Beauvoir ile tanışıyor. Bu tanışmayla varoluşçu felsefeyle yöneliyor. Daha sonra felsefe doktorası yapıp 1948’de felsefe profesörü oluyor. Sartre Yazarlığı ve Felsefesi adlı teorik yapıtıyla Sartre üzerine eleştirel bir değerlendirme ortaya koyuyor.
Romanda özellikle Jack, Hugo, Dave, Bayan Tinckham’ın düşünce ve diyaloglarında işte bu varoluşçu felsefenin izlerini takip ediyoruz.
Murdoch 1938’de Komünist Parti’ye katılmış ama 1940’lardan sonra Londra’ya yerleşip Ekonomi Bakanlığı’nda çalıştığı dönemlerde, komünistlerin siyasi tutumlarında hayal kırıklığı yaşayarak partiden ayrılmış.
Bunun izlerini de romanda Solcu diye adlandırılan karakterde görüyoruz. Solcu bir sosyalist ve mitingler düzenleyip meydanlarda konuşmalar yapıyor. “Hiçbir şey umutsuz değildir, asla!” cümlesi belki de Murdoch’ın komünizme olan inancını tamamen kaybetmediğinin bir işaretidir.
Romandaki diğer karakterler de birbirinden renkli kişiliklere sahip. Mesele bizdeki köşe başı bakkallara benzeyen bir dükkân işleten Bayan Tinckham, durmadan doğuran tekir kedisinin artık az ilerideki evde yaşayan siyam kedisiyle çiftleşmesini istiyor. Anna şahane Fransızca şarkılar söylemesine rağmen sessizliğe bir saygı duruşu olan mim tiyatrosu işletiyor. Köpek Mars, filmlerde baş rol oynamış bir ‘celebrity’.
Hugo’nun havai fişek fabrikası ve çok parası var ama o her şeyden vazgeçip bir saat tamircisinin yanında zanaat öğrenmeyi planlıyor. “Yüksüz gezmek istiyorum. Yoksa insan dünyada hiçbir şeyi anlamıyor.” diyor Hugo.
Romanın sonunda Jack “Beni bekleyen bir yol vardı ki ben sapmazsam bu yol sonsuza değin ayak basılmamış olarak kalacaktı.” diyerek geçmişiyle ve kendisiyle hesabını iyi kötü kapatıp ilk günün sabahına başlıyor.
İncecik bir mizahla tül gibi sarmalanmış bu romanı okumak da bizim ayak basılacak yolumuz olsun!