Bir Örnek Adım: Kentler ve Semtleri
Kentlerin yazılı tarihi, yerel ve kültürel dokusunu anlatan kitaplar bir bakıma toplumun belleğini oluşturur. Yaşananla yazılanın buluşması için özellikle sözel tarih çalışmaları gerekli. Hatırlama bilinci kayda geçmekle mümkün. Kent belgelikleri/kütüphaneleri, kent müzeleri bu anlamda yeniden düzenlenmeli. Oralarda “bekleyen memur” değil uzman kişiler görev almalı. Bir anlamda kentin her yöresinin kültürel/tarihsel dokusunun, belleğinin ışığı yansımalı o mekânlara…Bir çağrı gibi kuşatmalı kentte yaşayan, düşünen, okuyan, yazan ve kente dair bir şeyler üretmek isteyen insanları.
Bu nedenledir ki, kentler her yanıyla yazılıp anlatılmalı. Var olan değerleri/birikimleriyle kayda geçmeli, eksik/aksaklıkları, taşıyıcı olma durumları yansıtılmalı böylesi çalışmalara. Andığım mekânlar ise buna yönelenlerin ilk durağı olmalıdır her dem.
Buna örnek olabilecek birkaç kentimiz var; Bursa, İzmir, Eskişehir, Gaziantep…Model alınıp geliştirilecek çalışmalar ortada. Ama henüz yazılı alanda neyi/nasıl kayda geçmek gerektiğini seçmek, belirlemek konusunda yetersiziz. Burada elbette yerel yönetimlerle üniversitelere önemli görevler düşmektedir. Özellikle de kentlerin belleğini ortaya çıkaracak her türlü çalışmanın biçimlenmesinde öncü/yaratıcı/yönlendirici olmalıdırlar.
Gelelim asıl söz etmek istediğim kentlerin yazımına.
2010 İstanbul Kültür Başkenti furyasından bende kalan, iz bırakan İstanbul’un 80 semtinin yazılmasıdır. Bunu önemli bir yayın projesi olarak görüyorum. Eğer orada kalsaydı, o furya ile bir köşede unutulabilirdi. Bunu üstlenen, projeyi geliştiren Heyamola Yayınları, “İstanbulum”la yetinmeyip 40 semtiyle “İzmirim”, 22 semtiyle “Trabzon’dur Yolumuz” yayın projelerini hayata geçirdi. Şimdi de buna bir yenisini ekledi: “Bir Nefeste Kayseri”. 30 kitapta Kayseri’nin semtleri/mahalleleri/iz bırakan yerleri anlatıldı. Kitapları kaleme alanlar da Kayseri doğumlu ya da bir şekilde Kayseri’yle yaşamı kesişenler…
Kayseri’nin semtleri Şirvan Erciyes’in Argıncık/Açık Kapılar’ıyla başlıyor, Kadir Dayıoğlu’nun Ötedeki Şehir/Eski Kayseri’de Sosyal Hayat’la tümleniyor.
Bu otuz kitaplık külliyat bir kentin tarihsel/kültürel/sosyal dokusunu getirip gözler önüne sermesi açısından önemli bir birikimdir.
Kaybolan bir zamanı yakalamak da diyebiliriz buna. Üstelik geç kalınmış bir çaba. Ama ufku açık bir proje. Yerel yönetimlerin sahip çıkıp kentlerine dönük bir an önce başlatmaları gereken bir adım. İstanbul, İzmir, Trabzon, Kayseri kitaplarını tek tek irdelediğinizde Anadolu coğrafyasının ne denli renkli, birikimli, katmanlı bir tarihsel/kültürel dokuya sahip olduğunu gözlüyorsunuz.
İstanbul çok yazılıp edildi. Ama semtleri hiç böyle yazılmadı. Eksik, aksaklıkları, hatta bazı yetersizlikleri olsa da bir adım. İzmir’in, Trabzon’nun hiç böyle yazıldığını hatırlamıyorum. Yapılan bir tür yerel kent tarihi çalışmasıdır. Bir ucu anılara, geleneklere, taşıdığı arkeolojik ve antropolojik değerlere dayanıyor. Öte yanı ise kent kültürünün hangi mecrada nasıl biçimlenegeldiğini, nasıl kentleştiğimizi anlatıyor. Evet, anlatıların her birinde anlatıcılar kendi zamanlarının ruhunu taşıyor kitaplarına ama kişisel tanıklıklarını elden bırakmıyor, oradan toplumsal hayata ve kentin dokusuna/ruhuna uzanıyorlar.
Bu noktada birtakım yetersizlikler göze ilişmiyor değil. Yayınevinin projenin ruhunu yeterince biçimleyemediği, neyin/nasıl/niçin yazılması gerektiği konusunda yönlendirici, hatta bilgilendirici bir çalışma yapmadığı anlaşılıyor. Bu iyi niyetli bir çalışma kuşkusuz. Ama Kayseri gibi bir kent daha iyi anlatılabilirdi. Bunlardan ileride kısaca söz edeceğim.
Kibirli Kent: Kayseri!
Kayseri, benim gözümde “kibirli kent”dir. Bir yolculuğumda Kayserili dostlarıma söylediğimde, alınmışlardı. “Ama öyle, demiş, yanından geçtiğimiz inşaat halindeki yeni stadyumu göstererek: ‘Şu nedir Allahaşkına, Gaziantep’le yarışmayı bırakın, kendiniz olun’ “ demek zorunda kalmıştım.
Erciyes’i birçok açıdan seyre dalarken o kibirlerinin nedenlerini az-çok anlamaya çalışıyordum. Kendilerini görüp başkalarını görmeme hallerini…Bu otuz kitaba yer yer yansıyan da biraz buydu aslında. Daha farklı sesler, kimlikler de yazmalıydı oysa Kayseri’yi…Bir Gürsel Korat, bir Abdulkadir Budak, Ahmet Ada, Mahmut Sabah, Turan Koç gibi adların bakışlarındaki Kayseri’yi de okumak ilginç olabilirdi.
Gördüğüm Talas beni büyülemişti. Ağırnas, Tomarza, Develi, Bünyan da öyle…Ya Ermeniler, Rumlar’dan kalan izler…Kentin dokusunda bıraktıkları…
Unutmayalım ki kentler yalnızca sokakları, mahalleleri, semtleriyle var olmazlar; oraya akan, oraya renk ve biçim veren kasabaları, köyleriyle de can bulurlar. Ve taşıdıkları uygarlık halkalarındaki halkların değerleriyle…Bunları tarihinizden silip atamayacağınız gibi görmezden de gelemezsiniz…
“Bir Nefes Kayseri”
Otuz kitabı bir bir elden geçirirken, Halil İbrahim Özcan’ın Yıldırım Beyazıt/Erken Elveda Dedi’sini bir solukta okudum. Mahalleleri insan ömrüne benzetir Özcan, hayatın girdabında insanı taşıyan mahalleleri…Onların kente başlayan göçlerinin tanıştırdığı/taşıdığı mahalle hayat ırmağı gibi akar önünde. Nereye varacağı, neleri taşıyacağı belli olmadan…Ve onun sözlerinde yol alırken ansızın karşımıza çıkan Ahmet Gazi Ayhan, sesiyle gezindiğimiz sokaklar; “Gesi bağlarında dolanıyorum/ Yitirdim yârimi aranıyorum/Bir tek selamına güveniyorum gel otur yanıma/Hallarımı söyleyeyim derdimden anlamaz ben o yâri neyleyeyim…”
Bizi bir düş ve zaman burcuna götürür Özcan. Kendi zamanının kanatlarında gezindirir. Öyle ki o mahallenin ruhunun bir genç adamın ömrünü nasıl biçimlediğini, yaşama düşlerine nasıl yol/yön verdiğini anlarsınız… Ve o, anlattıklarında, hayatın çözülen duraklarına dönüşte yaşanan burukluklarla da yüzleştirir bizi.
Ve hayatın çözülen duraklarına dönüşte yaşanan burukluklarla da bizi yüzleştirir anlatıcımız.
O ivmeyle Dursun Çiçek’in Erciyes/Bir Dağ bir Tecelli’sini okuyorum. Zirvedeki bir dağın kentin ruhuna sinen yanlarını arıyorum. Orada da yerin ve yerelliğin, halk kültürünün birikiminin dili çıkıyor karşıma. Okuma arayışım beni Vacit İmamoğlu’nun Büyükbahçebaşı/Bir Varmış Bir Yokmuş’una vardırıyor. Bir mimarın bakışıyla Kayseri’ye/Talas’a dönüyorum bu kez…
Ali Çavuşoğlu, Sergül Vural, Kemalettin Cengiz Tekinsoy, Güner Anasoy, İlkay Karaduman, Abdullah Parlak, Muhsin İlyas Subaşı, Kadir Dayıoğlu’nun kitaplarını ardı ardına okumak için ayırıyorum.
Gelinen kentin, göçlere kapılarını açan bu tarihsel yerin, “taş medeniyeti”nin Anadolu’daki izlerini görmek/tanımak istiyorum.
Okuduklarımda gördüğüm kentin acemisi insanların çocuklarının bu kentin ruhunu yazarak nasıl algıladıklarını/biçimlendirdiklerini öğrenmek istiyorum. Kopuşu ve bağlanışı yaşayan insan ruhunun, kentini bekleyen insanca bakışın izlerini yakalamak istiyorum özcesi.
Bir kenti, aynı zamanda meydan okuyarak yazmalı insan. Sadece övgüleyerek değil. Anlamına doğru yolculuklara evet, ama ezip kırdıklarını, sürgün ettiklerini, unutturulanları, küstürdüklerini de anlatmalı …
Biliyorum ki, kayda geçen her şey hayatın rengidir. Anlamaya, saklanmaya değerdir. Kentler yazılmalı, böyle semt semt, mahalle mahalle, kasaba kasaba…Bir yurdun belleği ancak böylelikle ortaya çıkar. Ortak kültür dediğimiz şey, melez kimliğimizin ruhu böyle anlaşılabilir. Bundan korkmamak gerek. Daha çok yazmalı, daha açıklıkla anlatmalıyız kentlerimizi… Bütün günahlarıyla, sevaplarıyla, değerleriyle…
Yayınevi İçin Bir İki Not
Heyamola Yayınları, bu yayın dizisini ülke geneline yaymalı, kentlerin bir bir yazımı için bir tür misyon üstlenmeli. Bunu, bir proje olarak, yerel yönetimlere iyice anlatmalı. Gerekirse yüz yüze görüşmeli, çağdaş belediyecilik yapmak istiyorlarsa öncelikle kentlerin belleğini kayda geçecek yazılı kültüre yüzlerini dönmeleri gereğini anlatmalı…Ankara, Konya, Gaziantep, Diyarbakır, Erzurum, Edirne, Bitlis, Aydın, Antalya…Anadolu’nun her bir kenti yazılmayı/anlatılmayı bekliyor. İnanıyorum ki bu adım yerel edebiyatın varlığına da bir tanıklık/soluk olacaktır.
*Kayseri dizisinde, kanımca, en temel eksikliklerden biri de kadınların gözünden Kayseri’nin anlatılamaması…
*Projenin hayata geçirilmesinde yayınevinin daha etkin olması gereği kaçınılmaz. Kentlerini yazacaklar için mutlaka bir tür seminer hazırlamalı; orada kent tarihçisi, yerel tarihçi, kent sosyoloğu da olmalı; edebiyatçı, dilbilimci, halkbilimci de… Beklentilere dair ipuçları, çalışma/yazma yöntemleri gereğince anlatılıp, katılımcılar iyi yönlendirilebilirse eminim çok daha iyi metinler çıkacaktır.
Bu tür çalışmalarda kentin kültürel dokusunun bir parçası olan siyasi/ekonomik yapısını, kültür adalarını, yemek ve mutfak kültürünü, gündelik yaşam çeşnisini de görmek ister insan.
Sanırım “Bir Nefeste Kayseri”de en çok eksik olan da bunlar.
Yayınevi yalnızca kitabı yayıma hazırlama sürecine dahil olmamalı, projenin yazım aşamasında da kendi “Yayın aklı” nı diri tutarak yol gösterici/denetleyici/belirleyici rol oynamalıdır. Ötesi, “ne geldiyse yayınladık”a dönüşür ki; bu da böylesi önemli ve değerli bir projeye gölge düşürür.
Dileğim, bu proje başka kentlere de taşınsın … Yerel dokuları yitip gitmeden, o insanlar kentin hayatını terk etmeden kentlere dair her şey kayda geçsin …
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (27 Mayıs 2014)