Hatırlamanın hazzı
“Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hâkimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise tesadüfe bağlıdır.”*
Proust, büyük yapıtının daha başlarında, çocukluğunu unutmanın verdiği acıdan böyle söz ediyordu. Nabokov´un “Konuş Hafıza”sı ise Proust´un bu sözlerine karşılık, çocukluğunu, geçmişini arayan, ararken de onu yeniden yaratan bir yazarın kendi hafızasıyla sohbetine tanık ediyor okuru. Ancak Nabokov´un çocukluk anılarına da çoğu kez belirli bir an ya da bir nesne, örneğin yıllarca ülkeden ülkeye, evden eve sürüklenmiş bir anı defteri, yaşlı öğretmenin yanlışlıkla üzerine oturup parçaladığı bir kelebek (Nabokov aynı zamanda bir kelebek bilimcidir) ya da dönemin adalet bakanı olan babasının yazdığı, yıllar sonra bir sahaf tezgâhında bulunan bir kitap kaynaklık ediyor. Nabokov’un titizliği, ayrıntıya olan tutkusu otobiyografisinde de karşımıza çıkıyor ve günlük yaşama ait sıradan birçok an, birden dallanıp budaklanıp bir roman sahnesine dönüşüveriyor. Sayısını yazarın bile unuttuğu özel öğretmenler, kalabalık bir aile, châteaular, kır evleri… Hepsi saklandıkları köşeden çıkıp geliyor, sözcüklere, tümcelere dönüşüyorlar ve konuşma sırası artık hafızaya geliyor.
Konuş, Hafıza
Peki, hafıza konuşursa ne olur? Fransız göstergebilimci Barthes**, yazın sanatında asıl yaratıcı olanın hafıza değil, aksine, hafızanın bozulması, onun deformasyonu olduğunu söylüyordu. Hafızada artık bir ölüden farksız bir biçimde bekleyen anıları yeniden canlandırmak (bu durumda hafıza da bir mezarlıktan farksız hale gelir), hafızanın yapısını, işlevini bozmak, süreci bu kez tersine isletmek… Konuş Hafıza’da da buna benzer bir durum söz konusu. Geçmiş, hatırlandıkça, betimlendikçe daha da canlanıyor ve hatırlamanın zevki yalnız yazarı değil, okuru da sarıp sarmalıyor. Hatırlanan belirli bir an beraberinde bir diğerini de getiriyor. Yerle zaman, seslerle renkler birbirine karışıyor; okur, atların çektiği kızaklarla dolu, karlı St. Petersburg yollarından, güneşli Avrupa sahillerine; émigré yaşamının simgesi uzun tren yolculuklarından, ilk aşk için yazılan şiirlere bir kelebeğin bir pencere pervazına konuşundaki zarafetle geçiyor. Zamana inanmadığını söyleyen Nabokov, sihirli halısını kullandıktan sonra, onu desenlerin bir parçası diğerinin üstüne gelecek şekilde katlıyor ve okura zamansızlığın en yüksek hazzını yaşatıyor.(s.137)
Kaybedilmiş çocukluk
Çocukluğa, ilk gençliğe dair anılar bazen pişmanlıkla, bazen öfkeyle, bazen de neşeyle anlatılır; ama her zaman hüzünle hatırlanır. Konuş Hafıza’daki nostaljiye de sürekli bir hüzün eşlik ediyor. Nabokov yıllar boyunca aziz tuttuğu bu nostaljinin, içinden taşan, kaybedilmiş bir çocukluk hissinden kaynaklandığını yazıyor. Kaybedilen çocukluğu yeniden bulmanın tek yoluysa hafızayı konuşturmak, hatırlamak. Hem hatırlamak, yalnız “başlangıçtaki olağandışı alevi hızla sönmekte olan çocukluğu” değil, geçip giden zamanı da yakalamanın, onu durdurmanın tek yolu.(s.71) Tek bir hatırayla ve bu hatıranın dile getirilişiyle kıyaslanınca, kozmosun bir kangurunun kesesine sığacak kadar küçük, cılız ve önemsiz olduğu anlaşılıyor.(s.22) Bebeklikten üniversite yıllarına uzanan anılarına, Nabokov’un doğayı betimlemedeki benzersiz yeteneği de eklenince Konuş Hafıza bitmeyen bir okuma zevkine dönüşüyor.
Çocukluğunun önemlice bir bölümü kelebek avlarına çıkılan, keşif gezileri yapılan geniş bahçeli konaklarda geçen Nabokov için doğanın ayrı bir önemi var: “Sanatta aradığım gayri-faydacı hazları doğada keşfettim ben. Sanat ve doğa, büyünün biçimleriydi; her ikisi de karmaşık efsunlanma ve kandırmaca oyunlarıydı.”(s.121)
Nabokov’un dilini bu denli çekici ve benzersiz kılan bir başka şey de Nabokov’un sinestezik anlatımı; duyuların, renklerle kokuların, seslerle tatların birbirine karışması, birinin ötekini hatırlatması, çağrıştırması. Örneğin, Nabokov’a göre Fransızcadaki “on”, alkolle dolu küçük bir bardağın ağzında oluşan gerilimi çağrıştırır ya da İngiliz alfabesinin uzun a’i ona göre solgun tahta rengindedir.(s.32-33)
Öte yandan, sıradan bir otobiyografiden beklenenin tersine, Konuş Hafıza’da çağın olayları ancak çok silik bir biçimde karşımıza çıkıyor. Bunun nedeniyse Nabokov’un siyasetten uzak bir yaşam sürmüş olması değil. Aksine, babası dönemin adalet bakanı ve aydınlanmacı, üretken bir yazarı olan Nabokov, Ekim Devriminden, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde uzun yıllar sürecek bir göçmenliğe uzanan, siyasetin fazlasıyla belirleyici olduğu bir çocukluk geçirmiş.
Ancak Nabokov, sayfalara yalnız yaşadıklarını değil, o döneme ait düşünme biçimini de ustaca aktarıyor ve okur, akıp giden satırlar arasında Çarlık Rusya’dan Hitler Almanyasına dek geçen sürenin yanında, çocukça bir bilincin nasıl değişip geliştiğine de tanıklık ediyor; çünkü hatırlanan bir an Konuş Hafıza’da, yaşandığı zamanın gözlem ve kavrayış düzeyine bağlı kalınarak anlatılıyor.
Böylece okur, yaşananları bazen babasının bir düelloya davet edildiğini öğrenen çocuğun korkulu gözlerinden, bazen de kaybettiği ilk aşkının izini Avrupa’nın ücra kasabalarında arayan tutkulu bir gencin dilinden okuyor.
Konuş Hafıza'yı Türkçeye, daha önce Jack London’ın Martin Eden’ini de çeviren Yiğit Yavuz kazandırdı. Nabokov’un anlatım gücünü Türkçeye de başarıyla yansıtan çeviri okuma sürecini daha da keyifli hale getiriyor. Barthes, “bir tümceyi ya da bir sözcüğü haz alarak okuyorsam, yazarı da onu haz alarak yazmış demektir” diyordu. Lolita, Pale Fire gibi yapıtlarıyla çağımız romanını biçimlendiren Nabokov’un Konuş Hafıza’sı da okuru hazla dolu bir okumaya çağırıyor.
*Marcel Proust, Swann’ların Tarafı, s.50, 2009, YKY
**Roland Barthes, Metnin Hazzı, s.98, 2007, YKY
Kerem Aslan – edebiyathaber.net (17 Şubat 2011)