Söyleşi: Burak Soyer
Genç yazar Kerem Görkem, ‘Gidemeyenler’ kitabında, kendisinin de ‘mensubu’ olduğu Y Kuşağı’nı keskin gözlem gücüyle masaya yatırarak hem çok fazla işlenmemiş bir konuya değiniyor hem de kendinden öncekilere ve sonrakilere göre ‘araf’ta kalan bir neslin anatomisini çıkarıyor.
“1981 ile 1996 yılları arasında doğan kişiler tam anlamıyla Y Kuşağıdır. Araştırmacılar ve medya, bu grubun 1980’li yılların başından 1990’lı yılların ortalarına kadar ya da 2000’lerin başlarına kadar olan süre zarfı içinde doğan kişiler olarak da belirtmektedir.” Bu alıntı Vikipedi’nin Y Kuşağı için yaptığı tanımlama. Ama genel kullanıma baktığımızda Y Kuşağı, 2000 ve sonrası doğumlular için kullanılan Z Kuşağı tabirinin ‘selefi’ olan 1990 ve sonrası doğanları tanımlıyor.
Kafa kağıdında yazan tarih artık o kadar önemli değil. Zira insanlık içinde yaşadığı tarihin getirdiği şartları milim dahi değiştirmekten çok uzak. Hatta aciz. Hepimiz çağımızın kuklalarıyız. Önümüze ne konura onu yiyoruz. Vitrine hangi elbise asıldıysa onu giyiyoruz. Zincirleme kitap satıcıları mağazalarında ya da internet sitelerinde hangi kitabı öneriyorsa onu okuyoruz. Ya da hiç okumuyoruz. Spotify bizim için şarkı listeleri hazırlıyor sağ olsun. Kulaklarımızın pası onun sayesinde alınıyor. Instagram’da dolaşan Cemal Süreya şiiri Can Yücel’in olsun. Fark eder mi? Kırk yıl kölesiyiz bize bir mısra öğreten sosyal medyanın.
Bu sabun köpüğü bilgi çağına –mutlaka alfabetik isimlendireceksek- en hakim grup kuşkusuz Z Kuşağı. Onlar bebek arabalarında tabletle gezen çocuklar. Bu kuşağın abileri ablaları olan Y Kuşağı ise tam bir muamma. Afallama dönemi. Rotası hiç belli olmayan, her rüzgara “artık bundan öte yol yok” diye sımsıkı sarılan yapraklar. Son sürat gelişen teknolojiye ve enformasyon çağının içine doğup önce uzaktan bakıp sonra hafif ısınma turlarıyla başlayan ve aniden bir köşesine yapışanlar. Haliyle o hızla düşenler.
Y Kuşağı’yla ilgili bilimsel araştırmalar dışında çok fazla materyal çıkmadı bugüne kadar. Gündem maddesi hep Z Kuşağı oldu. Edebi anlamdaysa neredeyse yok gibi. Kendisi de Y Kuşağı ‘mensubu’ Kerem Görkem’in Sia Kitap etiketiyle yayınlanan ‘Gidemeyenler’ kitabı kendi nesline ışık tutarak ‘o salınan yaprakları’ müthiş bir gözlemle anlatıyor.
‘Gidemeyenler’ bir üniversitede asistanlık yapan Aksel’in etrafında dönüyor. Birinci ağızdan anlatılan hikayede Aksel aslında çağına ayak uyduramamış bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Sosyal medyadan çok anlamıyor, zoraki en yakın arkadaşı Damla’nın ‘plaza diliyle’ konuşmasını “Türkçe de söyleyebilirdi” diye yadırgıyor, eski rock gruplarını dinliyor. Ama bir ayağıyla hala kendi çağında. Gerçek anlamda samimi olduğu birkaç arkadaşıyla, beyaz yakalıların rahatlama ayini olan Nevizade’deki rakı akşamlarını bol ‘dumanlı’ kafayla sonlandırıyor. Bir anda üç beş farklı yaşamla ve eylemle boğuşuyor. Elbette hepsi yarım kalıyor.
Kerem Görkem, kitapta Y Kuşağı için çok yerinde bir tespitte bulunarak ‘Araf’ metaforunu kullanıyor. Aslında tüm kitabı bu kelimeyle özetlemek de mümkün. O yüzden kitabın konusunun detayına çok girmeden sözü Kerem Görkem’e bırakalım.
Sonda soracağımı başta sorarak başlamak istiyorum. Y Kuşağı’nın durumu gerçekten kitabın başkarakteri Aksel’in öyküsüne ilham konusu olan IŞİD militanının iki ülke sınırı arasında kalması ya da Türkiye’de yaşayan mültecilere sınırını kapılarını açması sonucu yaşadıkları kadar vahim miydi? Ya da Y Kuşağı kendi neslinin durumunu o kadar kötü mü görüyordu? Bunu okuyucuya mı bıraktın? Y Kuşağı’nın mültecilerle kıyaslamasına sadece kitabın sonunda – o da günah çıkarma mahiyetinde diyelim – Aksel’in bir cümlesinde rastlıyoruz.
Hem romanın ilk bölümünde değindiğim Türkiye-Yunanistan sınır kapıları arasında kalan IŞİD militanı meselesi, hem de sonraları bahsedilen mültecilerin durumu, romanda son derece işlevsel öğeler yer alıyor. Niyetim bir suçluyla ya da mültecilerle Y kuşağını mukayese etmek, sosyolojik bir benzetmeyi denemek hiç değil. Romanın kurgusu yazıldığı dönemin “gerçek zamanıyla” paralel bir çizgide ilerliyor, öyle olmasa, bu özneler de pekâlâ değişebilirdi. Bahsettiğim işlev, Araf metaforunu hikâye içerisinde biraz olsun belirginleştirebilmek. Sınır kapıları arasında tarafsız bölgenin işaret edilmesi de bundan: Soyut bir kavram olan Araf’ı fiziksel olarak imlemek.
Y Kuşağı’yla ilgili ‘Araf’ metaforunu kullanman çok net açıklıyor aslında durumu ama Y Kuşağı tam olarak neyi yaşıyordu? Geçmiş zaman kipi kullanıyorum zira artık malum Z Kuşağı gözbebeğimiz. Y Kuşağı’nın bir ideali, aşka bakışı, kültürü hiç mi yoktu?
Artık odağın Z Kuşağı’na kaymış olduğu düşüncesine katılırım, fakat Y Kuşağı’ndan söz ederken geçmiş zaman kipi kullanmak mecburiyetinde değiliz. Biz (Y Kuşağı), romanda sözü edilen “arada kalmışlık” halini bugün hala yaşıyoruz. Aşk, başarı, ideal, kültür gibi pek çok “hayati meseleden” asla kopuk olmadık (değiliz ve olmayacağız). Benim gözlemim, neslimin bütün bu hayati meselelere bağlılığıyla, bunlardan emin olmayışıyla ilgili. Y kuşağının politik idealleri, bu idealler için önerdiği yöntemler öncülü kuşaklara göre oldukça esnek, esnek olmasına esnek ama, en az o kadar da bağlı buna. Fark şu: Şimdilik esnek ve şimdilik bağlı… Yarın bambaşka bir ideale inanabilir, bugün nefret ettiği birine yarın delicesine aşık olabilir. Hiç gocunmaz bundan. Enformasyon çağının ortasına doğmuş olmamızla dosdoğru ilişkili bana kalırsa bu durum.
Kitapta “her şeyi bir arada yapmaya (yaşamaya) çalışıp hiçbirini yapamama” durumu sıkça tekrarlanıyor. Bu nasıl bir oradan oraya savrulma hali? Buna sebep olan ne?
Biliyorsun, İngilizcede “multitasking” denen mesele bu. Romanda, Aksel’e yaklaşık şöyle bir şey söyletiyorum: Annem telefon çaldığında yemeğin altını kapatırdı, bense aynı anda iki kişiyi sevebilirim. Bir önceki soruda değindiğim arada kalmışlık durumu ve bilgiye (dolaylı olarak limitsiz “boş zaman” aktivitesine) erişimle ilişkili olduğunu düşünüyorum bunun. Anlatmaya çalıştığım, belirli bir sürede birden fazla işi idare edebilme becerimizin hayli gelişmiş olması. Ama çok yorucu bu, odaklanmayı, adanmaya ve hatta tutkuyu yok eden, hemen her şeyi plastikleştiren bir yeti. Romandan alıntıladığın kısımda “hiçbirini yapamam” deme sebebim de bu. Çoklu görev becerisi Y Kuşağı’nı mutsuz ediyor ama kapitalistlerin işine geliyor tabii. Belki de bu yüzden, bu yeti, mevcut başarı algısını da şekillendirmiş durumda.
Aksel kendi nesline, mesela Twitter’a, en yakın arkadaşı Damla’nın artık özellikle orta sınıfın iyice yerleşmiş kurumsal diline (ben buna plaza dili diyorum) göre biraz mesafeli. Hatta uzak da diyebiliriz. En basit örnek: The Smiths, R.E.M. dinliyor hala. Bunu karakterin yaşadığı çağa ayak uydurmakta zorlanması olarak mı okumalıyız yoksa karakter bunu toptan reddetmeye çalışıyor da bunu başaramadığı için mecburen ortak mı oluyor?
İkincisine daha yakın Aksel’in durumu. Yaşadığı çağa ayak uydurmakta zorlanma meselesi bana artık bayatlamış bir söylem gibi geliyor, hele bugünün dünyasına Z ya da Y Kuşağı’nın uyumunu tartışmak beyhude. Aksel sorgulayan biri, haliyle herhangi bir durumdaki ortaklığı ya da bir işteki paydaşlığı ona ağırlık veriyor. “Mecburen ortak” iyi bir tanım oldu. Başka çaresi yok çünkü. Bugün uluorta, 1990’ları yaşamanıza iktidarın hiçbir çeşidi izin vermez; ne devlet, ne toplum, ne baba, ne de zorba arkadaş.
Aksel’in, Damla’dan görüp merak ederek dini kitaplarda ‘Araf’ı sorgulaması sadece ‘Araf’ konusuyla mı ilgili yoksa bu da içinde yaşadığı kargaşadan bir çıkış yolu bulma girişimi mi?
Aksel’in Araf’ı araştırmaya başlaması tamamen bencilce bir arayışın sonucu. Onu Araf’ı araştırmaya iten, yazmaya çalıştığı öyküye bir çıkış yolu yaratabileceğine olan inancından başka şey değil. Fakat hem Kur’an hem de İncil’den okuduğu pasajlar “sorgulayan” Aksel’i başka yerlere götürüyor. Yalnız öyküsüne değil, handiyse hayatına bir çıkış yolu yaratıyor bu sayede: Ayıyor.
Hikâyeyi neden bir kadın karakter ağzından anlatmayı tercih ettin?
Roman boyunca Aksel’in yazar-anlatıcı konumunda olmasını istemedim. Aksel yer yer benim ağzımla konuşuyor ama karakteri kendimden uzaklaştırma çabasının bir sonucu kadın karakter seçimi. Hem bu zorluğu deneyimlemek, hem de, çok dilli bir isme sahip karakterle olası bir cinsiyet-etnik köken indirgemesinden kaçınmak istedim.
Kitabın başında “nereye gitsek bizi bırakmadılar” diyorsun. Aksel’in tüm hayatını değiştireceğine inandığı Berlin’de onu bekleyen yeni yaşam hayali Korona sebebiyle suya düşüyor. Bu ilk başta söylediğinle biraz çelişmiyor mu? Korona burada ‘Y Kuşağı’nın kaderi’ olarak karşımıza çıkıyor sanki.
Nereye gitsek bizi bırakmadılar, Aksel’in öykünün ilk bölümünde kurduğu bir cümle. Burada sözünü ettiği şey görünmez bir tutsaklık. Bunu “okula hapsolmak” olarak ifade ediyor. Araf-sınır kapısı metaforu gibi, aslında bu da tutsaklık halini somutlaştırma çabası. Y Kuşağı’nın kaderi elbette Koronavirüs sebebiyle ortaya çıkan yasaklar değil, fakat Aksel’in Berlin’e kaçışına engel olan şey bu oluyor nihayetinde. Yine “bırakmıyorlar” yani. Bu defa tüm dünya, Aksel’e karşı bir oluyor hatta. Haliyle çelişkili değil, destekleyici bir durum olduğu kanaatindeyim.
edebiyathaber.net (25 Ocak 2021)