“Kesekâğıdı Ustaları” isimli çocuk romanından söz etmek istiyorum. Ödülü hak etmiş bir yapıt. Çünkü her yönüyle çocukların dünyasına girebilme kaygısını taşıyor. Mehmet Güler de mesleğine başladığı andan sonra, öğretmenliğini “sınıf” ve “okul”la sınırlandırmayan güzel bir insan. Kişisel dostluğumuz, tanışıklığım olan ve birçok etkinlikte de birlikte olduğum biri. Zonguldak’taki günlerimizi unutmam mümkün değil… Çevresini, ülkesini büyük bir sınıf olarak algılamış. Her yaştan insan için eser vermiş. Yayımlatmış. Bu güzel çabasını emekli olmasına karşın daha hızlı biçimde sürdürüyor. Sizler ve bizler için yeni eserler oluşturuyor.
“Kesekâğıdı Ustaları” olan Ömer, Hasan, Veli ve Kadir’i tanıyınca, Sven Wernström’un Can / Kardeş Kitapları dizisinde yayımlanan “Benim Küçük Üçkâğıtçım’ın Mark’ını ve Cemal Ünlü’nün “Tohum Düştü Toprağa”nın Öksüz Yaşar’ını, sonra kendi çocukluğumu anımsadım. Güzel olan yönleriyle, onlar arasında benzerlikler buldum. Bu benzerlikleri sırası geldikçe anlatacağım.
Dünyanın neresinde olursa olsun, yaşantıları aynı olan insanlar, kendi dillerinde de olsa benzer biçimde konuşuyorlar. Hayata, olaylara bakışları da özdeş… Aynı şeylerden acı çekiyorlar. Aynı kaygıları, sorunları yaşıyorlar. Aynı şeylerden yakınıyorlar. Aynı şeylerden mutluluk duyuyorlar. Nasıl yaşıyorlarsa öyle düşünüyorlar dillerinde. Belki bu yüzden anımsadım o kitapların çocuk kahramanlarını…
Kente göçüp yerleşmiş, ev almış, dükkân açmış; daha pek çok iş çevirip varsıllaşmış, yıllardır köyüne gelmemiş; gözlüğünün içinden, tepeden bakan, az yağlıca, Hasan’ın kravatlı, fötr şapkalı amcası Lütfullah’ın, köyden dört çocuk götürmek istemesiyle başlar olaylar. Anadolu’nun, adı haritalarda bile bulunmayan küçücük bir köyünün çocukları, alışılmışın dışında bir yaşama başlayacaklardır. Hasan, arkadaşları olan Veli’yi, Ömer’i, Kadir’i ikna eder. Köydekinden daha çok para kazanmak, ailelerine koltuk değneği olmak, kenti tanımak, yeni şeyler öğrenmek, dünyayı başka pencereden görebilmek düşüncesi hepsini sevindirir. Sevinçleri yerindedir dördünün de. Yolculuk başlar. Meraklıdırlar. Dört gözle, geçtikleri yerleri seyrederler. Konuşurlar. Kentin alımlı, gökyüzüne uzanan binaları, pırıl pırıl geniş caddeleri geride kalır sonunda… Kentin bir kenar mahallesinin dar sokaklarından geçerler at arabasıyla. Tulumbalı, geniş avlulu bir evde bulurlar kendilerini. Sevinçleri kırılır bir parça.
Buraya yerleşirler. Yüreklerine gurbetlik çöker. Kendilerini getiren adam, alışveriş yapacakları dükkânı gösterir, oysa bu dükkân kendisinindir. Şaşkındırlar. Meraklıdırlar. Zekidirler. Lütfullah’ın oğlu Fahri, onlara eski gazeteler ve tutkal getirir. Yapacakları işi öğretir onlara. Kısa zamanda kesekâğıdı yapmayı öğrenirler. Sabahın erken saatinden gün batımına kadar dur durak bilmeden kesekâğıdı üretirler.
Lütfullah Amca dedikleri patronları onları her ziyaret edişinde: “Daha çok, daha iyi kesekâğıdı istiyorum sizlerden, anladınız mı?” der. Çocuklar onun tanıdık, köylü amca olmadığını sezer. Tanımadıkları kentlilerden farksız biridir çünkü. Bu arada Ömer, getirilen eski gazeteleri durmadan okur, fırsat buldukça. Ufku, bilgisi gelişir. Çevresini aydınlatan bir lamba gibi, arkadaşlarını da eğitir böylece.
Dostoyevski’nin “Karamazof Kardeşler” adlı romanında emekli ve yoksul bir yüzbaşı vardır. Küçük oğlu, babasına hakaret eden Dimitri Karamazof’un kardeşini taşlar. Alyoşa nedenini öğrenmek ister. Yüzbaşı, ona olanları anlatırken bir yerinde: Bizim çocuklarımız, yani küçümsenen soylu yoksulların çocukları daha dokuz yaşında dünyanın adaletini öğreniyorlar, der. Yalnızca bunu değil ki, yaşam kavgasını, emeğine sahip çıkmayı, kendisi ve çevresi için mücadele etmeyi de kavrıyorlar. Bir yazımda bir toplum içinde bir kez, bir tek kişi ayağa kalktığında artık dünya değişmiştir; hiçbir şey eskisi gibi değildir demiştim. İşte Ömer, ayağa kalkıyor. İçinde bulunduğu küçük toplumu da ayağa kaldırıyor, durmadan çalışan kesekâğıdı üreten bu çocuklar, ondan, sekiz saat çalışmaları ve haftada iki gün tatil yapmaları gerektiğini öğrenirler. Hasan, öz amcalığın, köylülüğün bir önem taşımadığını anlar. Artık o, bir amca değil patrondur, hepsi için. Birlikte haklarını ve paralarını alırlar. Kenti tanımaya çıkarlar. Gezerler. Sinemaya giderler. Parklara uğrarlar. Lunaparka giderler sonra. Burada oyunlarına katılan yetmişin üstündeki Ömer Dede ile tanışırlar. Dost olurlar. Köydeki rahmetli Elvan Dede’nin yerine koyarlar onu. Kentteki yalnızlıkları bir parça azalır.
“Benim Küçük Üçkâğıtçım”ın Mark’ına öğüt veren muhtarın karısının şu öğüdünü tutmuşlardır adeta: Kendini varlıklı kimselerden koru yavrum. Onlar hem kötü hem de pintidirler. Başka türlü de zengin olunmaz. Bir şeye gereksinme duyarsan, doğruca yoksul insanların yanına git. Belki elinde avucunda pek bir şeyler yoktur, ama şunu bil ki, neleri varsa seninle seve seve paylaşırlar. Mark, bu öğüdü tutmaz, zenginlere hizmet ederek yoksulları soyan biri olur. Yolunu şaşırır, yalnız kalır. Fakat Kesekâğıdı Ustaları, Mark gibi yapmaz. Bir akşam, aşlarına katacak tuz kalmamıştır. İçlerinden biri yakın komşularından ister onu. Görünüşleri, kendileri gibidir bu evdekilerin, sevinir. Döküm fabrikasının birinde çalışan işçilerdir komşuları. Tuz, aynı konumdaki bu insanları birleştiren, dost yapan bir alçı, araç olur kısa zamanda. Artık koca kentte yalnız değillerdir. Kendilerini arayıp soran, kendilerine değer veren, bazen misafirliğe gelen, yaşamlarından bir parça olur bu işçiler. Çocuklar, onlarla sevinir, onlarla kaygılanırlar. Bir başka zaman çay istemeye gider biri. Kapıları kilitlidir. Ararlar hep birlikte. İşyerinde grev de bulurlar arkadaşlarını, aralarına katılırlar; yeni arkadaşlar, dostlar edinirler. Yaşamlarının her noktasına kendilerini ortak eden bu işçilerle bütünleşirler, düğünlerine, sevinçlerine katılırlar. Büyük bir aile olmuşlardır artık.
Lütfullah Patron, çocukların işine son vereceğini, kesekâğıdı yapan makine getireceğini söyler. Ömer’in dışında hepsi köye dönecekleri için sevinir. Çünkü Ömer, annesine almaya söz verdiği tüplü ocağın parasını denkleştirememiştir. Üzülür. Kahrolur. Parasının üzerini tamamlamak isteyenleri geri çevirir. “Tohum Düştü Toprağa” adlı kitaptaki Öksüz Yaşar gibi. Onun yaşadığı köyde kömür madeni bulunur. Devlet, evleri ve tarlaları ile köyü satın alır. Köylülere yeni evler, topraklar verir.
Yaşar’ın payına taşlı, kurak bir tarla düşer. 0, doğa ile mücadele eder, bakarsan bağ olur örneği, toprağını güzelleştirir. Verim için sulaması şarttır. Su motoru almak için kente gelir, çalışır. Tarla komşusu Şahin, dönmesini söyler. Kararlıdır. Noksan parasını Şahin tamamlar. Ortaklaşa su motoru alırlar. Birlikte çalışacaklardır artık. Köye döner böylece. Ama Ömer, önerileri kabullenmez. Veli’nin babası ile Ömer’in annesi onları ziyarete gelirler.
Çocuklar mutludur. Döküm işçileri, çocukları köye göndermez. Zeki olduklarını, okuyup çalışabileceklerini söylerler. Çocukların yanında Ömer’in annesi kalır. Dördü de kendileri için kesekâğıdı yapar. Ömer, sözünü yerine getirir. Televizyon da alır. Hepsine annelik yapar kadıncağız… Hem çalışarak hem okuyarak yaşamını sürdüren bu çocukların romanı burada bitiyor, ama gerçek yaşam devam ediyor.
Bunu Mehmet Güler öğretmen iyi biliyor. Veli’nin ağzından bize kendi yaşamlarını nasıl kurduklarını anlatıyor. Dayanışmayı, dostluğu, birlikteliği, insanlığı, insan severliği, emeğine sahip çıkmayı, özgürleşmeyi, bunu yaşatmanın çabasını çok güzel açıklıyor. Akıcı, masalsı, şiirsel biçimde…
Göz yumma ezilmesine/Ne kendinin ne de başkalarının
Mutlu kıl herkesi unutma kendini de/iyi olan budur işte.
diyen B. Brecht’in bu güzel ve de anlamlı önerisi ışığında, “Kesekâğıdı Ustaları”nı okuyalım ve okutalım ki okul çağındaki çocukların emeğine göz koyup onları eğitimlerinden edenleri ve nedenlerini öğrenelim. Çünkü yarını kuracak olanlar, Ömer’lerdir. Büyüklerinin onlar için yap(a)madıklarını, onlar gelecekleri için yapacaklardır.
edebiyathaber.net (17 Nisan 2023)