Elbette her birimiz tercihlerimizle yaşıyoruz. Tasasız yaşamayı tercih edebiliriz, ya da bir şeyleri dert edinerek, o derdi çözmenin peşinden giderek. Yakın ya da uzak çevremize, ülke ve dünya gündemine sırtımızı dönüp keyfi bir yaşamı da sürdürebiliriz elbette. Hem sırtımızı dönmesek ne olacak, biz mi değiştireceğiz bu dünyayı! İhmalden çocuklar ölmüş, her gün çocukların kadınların ırzına geçildiğine dair haberler sosyal medyayı sarıvermiş, birileri zevk için onuncu kattan kedi atmış, bir başkası bir köpeğe tecavüz etmiş, hiç tanımadığımız insanların, hayvanların derdini, doğanın, gökyüzünün, yağmurun, dağların, rüzgârın derdini dert edinmek de bir tercih, edinmemek de.
Hepimizin kendi doğrusu var. Eğer dolar, euro olarak maaş almıyorsanız ve dolar euro üzerinden bir harcamanız yoksa elbette hiçbir şeyi takmadan yaşamayı seçebilirsiniz, kime ne! Diğer yandan kendinize şiar edindiğiniz doğrular çevremizde olup bitenlere duyarlı bir yaşam sürmenize neden oluyorsa işiniz biraz zor olabilir. Yaşamın size dayatılan gerçeklerini kaldırmanız, mücadele etmeniz kolay olmayabilir. Duyarlıysanız, ülkenin size en uzak yerinde bir çocuğun ırzına geçildiğinde, bir kadın vahşice katledildiğinde, bir çocuk dövülerek öldürüldüğünde ırzına geçilmiş bir ülkede yaşadığınız hissine kapılabilirsiniz. Ne acayip değil mi; herkesin bir dayanma gücü var yine de. Herkesin, yaşamı dayanılır kılan, tutunduğu ya da her seferinde kırılıp elinde kalsa bile tutunmaya çabaladığı bir şeyler illaki var. Bazıları sanat eserine dönüştürür acıları ve yıkımları, bazıları o eserleri izler. Böyle de sağaltırız yaralarımızı, olabildiğince… Bazıları yazar. Bazıları okur. Sanatın birçok alanında olduğu gibi, edebiyatta da ruh akrabalıkları doğar böylece. Birbirini hiç tanımadan binlerce insan bir kitabın etrafında aynı acıları, sevinçleri, kederi ve kahkahayı paylaşır, birbirlerini bilmeden dertleşir.
Figen Şakacı, benim için o yazarlardan biri. Dert edindiklerime tercüman. Dert edindiklerine ortak eden. Satırlarında dertleşildiği gibi, gülümsetmeyi hatta yeri gelince kahkaha attırmayı da başaran…
İlk romanı Bitirgen ile, insana dair unuttuklarımızı Bitirgen’in çocuk penceresinden bir ayna ile bize göstermekle kalmadı, çaresizlik ve çıkışsızlıkları, bitmeyen bir inatla yerle bir eden karakterlerini, Pala Hayriye ve Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı romanları ile hayatımıza soktu. Geçtiğimiz aylarda yayımlanan Kesekli Tarla kitabında topladığı 22 öykü ile bu coğrafyanın insanlarını anlatmaya devam ediyor. Anlatırken zaman zaman yaralıyor, yaraladıkça sağaltıyor aslında. Diğer yandan okurunun karalar bağlamasına da asla izin vermiyor, romanlarının özgün parçalarından biri olan mizah dili öykülerinde varlığını eksiksiz sürdürüyor. Figen Şakacı’yı okura yakınlaştıran en önemli özelliklerden biri annesinden devraldığını söylediği dili. Edebi tadı yoğun olduğu kadar, karşılıklı sohbet ediyor hissi veren yalın ve doğal bir dil. Süslü ve ağdalı anlatımlara, okura oynayan ifadelere, suya sabuna dokunmayayım amanlara, edebiyat otoritelerinin gönlünü de hoş edeyimlere asla prim vermediğini açık açık belli eden bir dil. Küfür içeren hiçbir sözcük yok sayfalarda, ama hani kimilerinin ağzına çok yakışır ya küfür, çok tatlı küfrediyor bu dil. Şiirsel bir dil değil, yine de bir şiiri hatırlatan duygular var tüm öykülerde.
Nerden aklıma geldi bu hayata katlanmalar, bir yazarla dertleşmeler vs. Kesekli Tarla’yı okurken, ilk üç romanını okurken hissettiklerimi tekrar tekrar hatırladım çünkü. Figen Şakacı’nın romanlarını arka arkaya okumuş, sonra onunla bir söyleşi yapma şansı bulmuştum.* Söyleşiyi yaparken yıllardır tanıyor gibiydim Figen Şakacı’yı. Romanlarının kurgusuna, diline, karakterlerinin sözlerine kendinden parçaları öyle güzel dağıtmıştı ki. “Çünkü benim bu dünyaya katlanma biçimim yazmak.” diyordu söyleşilerinden birinde. Başka bir söyleşide ise “Bu çağın en müzmin hastalığı çaresizlik ve yalnızlık duygusu bence….. Hissettiğim ve tanık olduğum bu çağın çaresizliğinin devası yok. Ben bunu bir şey yazarak sağaltıyorum.” diyor. İşte bazı okurlar için de o yazılanları okumak dünyaya katlanma, yaralarımızı sağaltma biçimi.
Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın Holden Caulfield’i iyi kitaplar için şöyle der: “Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.” Böyle bir kitap Kesekli Tarla. Bir kitabını okuduğunuzda, bir sonraki kitabı ne zaman çıkar diye yolunu gözlediğiniz bir yazar olabilir Figen Şakacı da.
Figen Şakacı, romanları için “Bu kadar hızla büyümesi istenen bir cinsin aslında büyümeme inadıdır bu üçleme.” diyor. Bu inat öykülerinde de varlığını sürdürüyor. Okuru olarak ben de onun roman ve öykülerinden buram buram yüzüme çarpan inat duygusunu seviyorum. Edebiyatın ülkede esen demeyelim de estirilen rüzgârı ne tarafa gidiyorsa, o inatla tersine gittiği, aynı şekilde ülkede estirilen rüzgarlar ne tarafa gidiyorsa yine inatla tam tersi yöne gittiği için seviyorum Figen Şakacı’yı en çok. Benim inadımı da beni de güçlendiriyor kitapları. Gerçek dostlar gibi…
Size uyumu, susmayı, unutmayı, bağışlamayı, düşmanını sevmeyi, kavga etmemeyi salık veren tüm öğretilere inat, kitabın başında kitaba çok yakışan bir alıntı yer alıyor Gülten Akın’dan:
“Unutma sakın unutma
Bağışlama sakın
Sakın düşmanını sevme, sakın susma
Bekle büyük kavgayı bekle
Anlıyor musun yüreğim.”
Edebiyat sağaltır.
Kitabın son sayfasına geliyorum. Bir teşekkür bölümü var. “Tarlamı kesekli yoksa biz mi yürümeyi bilemedik?” diye soruyor Figen Şakacı. Ve kitap bitiyor. Tüm kesekli tarlalardan düşe kalka yürüyüp geçebilirim gibi geliyor bana şimdi…
edebiyathaber.net (28 Ağustos 2020)