İflah olmaz bir kuralcı olarak, Onur Çalı’yı dinleyip ona ismiyle hitap edemeyeceğim bu yazı boyunca. Belki pandemi biter, gerçek bir bahar gelir de eski çaycı yeni kahveci olarak bir şeyler içerken “Ya Onur sen ne yazmışsın bilader?” diyebilirim. Şimdi ise edebi bir edep içerisinde Sayın Çalı’dan hallice bir üslupta yazacağımı umuyorum.
“İlk paragrafta ne diyorsun yahu” diyenler için, Onur Çalı’nın son kitabında, ama bu sefer öykü değil de denemelerinden oluşan Sonra Hayat’ta geçen şu cümlelere atıf yapıyorum:
“Ön adıyla hitap edebiliriz bile. Çünkü denemelerini okuduğumuz yazar, biraz da arkadaşımız olur artık.” (Sonra Hayat, s. 100)
Uzun süredir yayın hayatına devam eden, benim gibi pek çok öyküseverin de ilk öykülerini büyük bir heyecanla ve korkarak yayımlatma imkânı bulduğu “Parşömen” sanal fanzinde 2015 yılından beri bıkmadan ve usanmadan kaleme aldığı “Dünlükler”e aşina olanlar için Çalı’dan bir deneme kitabının gelmesi şaşırtıcı olmadı elbette. Bu kitapta yer alan 20 denemeyi okuyanlar da Dünlükler’de tadına alıştığı o üslubu çabucak yakalayacaktır. Ve fakat bu yazıları bir kitap bütünlüğünde bana okutanın ve bir çırpıda okutanın ne olduğunu düşündüğümde akıl tasıma kıskançlıkla karışık duygular da üşüşüyor.
Sanırım söylemek istediğim şey şu; Sonra Hayat’ı okuduğumda yukarıda alıntıladığım şeyi hissettim. Bir arkadaşımla edebiyattan ya da Onur Çalı’nın “öykülerinizde ne anlatıyorsunuz?” diye soranlara verdiği cevaptaki gibi “ölümden ve hayattan” bahsediyorduk. Geniş çimenlikler üzerinde, sıcak ama kavurmayan bir günde, kedersiz, tasasız, yazarlardan, onların arasında geçenlerden, bir şeyler yayımlatmaktan, yazmaktan, üsluptan, edebiyat dedikodularından konuşuyorduk. Şu kasvetli ve belirsiz bir yılımızda bazı şeylerden bahsetmek, bazı güzelliklerle ilgilenmek, farklı konulardan konuşabilmek fazlasıyla lüks gibi kaldı. Yazmaktan, yazdığını yayımlatmaktan, bir kitap okumaktan “utanacak” ruh hallerine büründük, zira hayat en katı gerçekliği ile sınıyor uzun zamandır tüm insanlığı. Ama edebiyat da tam burada doğuyor belki de.
“Gerçekler artık onlara katlanamadığımız kerteye vardığında hikâyeye dönüşür ki bu, olsa olsa, insanlığın binlerce yıllık hikâye okyanusuna doğru akan yüzlerce dereden yalnızca birinin tanımı olabilir. Gerçekler hikâye doğurmaz, hikâyelerin içine saklanırlar.” (Sonra Hayat, s. 116)
Bu vakitlerin de hikâyeleri, şiirleri, romanları yazılıyor, yazılacak bir süre sonra.
Sonra Hayat tam da bu demde insanı bir Salâh Birsel’e, bir Yaşar Kemal’e, bir İlhan Durusel’e, bir Refik Halid’e götürüyor; sonra sigaranın, trenin edebiyata ettiklerine, şiire yenilen serserilerin, aynı şekilde ölüme giden iki dost edebiyatçının –Kurt Vonnegut ve Heinrich Böll– savaştan geçen yollarına, oradan usta bir şairin elini öpen Nazım’a veya pek de uslu olmayan Oktay Cevdet’e ve dahi İsa’ya savuruyor da savuruyor. Bu denemelerin en güzel yanı şu oluyor nihayetinde; okunacak çok kitap, gidecek çok yer, tanışılmak istenilecek pek çok yazar, şair var ve bizimse kısacık bir ömrümüz. Bu ahval ve şerait içinde Çalı bize amme hizmeti yapmış oluyor, tadımlık da olsa pek çok farklı çiçekten birer demet sunuyor bize. Oradan yolculuğa devam edip bahsettiği kitapların, yazarların, yolların peşine düşmekse meraklı okura kalıyor.
Neruda’nın dediği gibi;
“Ne çok sanat eseri… Dünyada artık daha fazlasını alacak yer yok… Odaların dışına sarkmak zorundalar… Ne çok kitap… Ne çok kitapçık… Kim tümünü okuyabilir? Yiyecek olsalardı… Bir büyük açlık dalgasında, bir salata yapsaydık, onları doğrayıp üzerlerine mayonez gezdirseydik… Yetti artık… Tahammülümüz kalmadı… Dünya bir kitap selinde boğuluyor…” (Sonra Hayat, s. 87)
Ve fakat Onur’un da eklediği gibi;
“İnsanın yazmak denen netameli oyuna girişmesi, aslında kendisiyle eğlenceli ve oyuncul bir muhasebeye girişmesi demektir. Bu oyuna (ve muhasebeye) ne kadar fazla insan girişirse o kadar iyidir.” (Sonra Hayat, s. 65)
İşte Sonra Hayat, bize “önce”yi hatırlatarak okuma ve yazma umuduyla başbaşa bırakıyor.
Ebru Askan – edebiyathaber.net (5 Nisan 2021)