Ege ve İç Anadolu’yu birbirine bağlayan ekvator çizgisi Afyon Kaptan Dinlenme Tesisleri’ndeydim. Burası tatil yorgunlarının, pazartesi işe dönme depresyonu yaşayanların, tatil planı hazırlıklarına bir yıl önceden başlayan beyaz yakalıların, gözlerindeki çapağı silmeye vakti olmayan muavinlerin ve otoban çizgisi üzerinde yaşayan otobüs şoförlerinin buluşma noktası. Ben bu listenin dönüş yolundaydım. Demli çay ve çift kaşarlı tostumla etrafı izliyordum. Hava çok sıcaktı. Asfaltın üzerinden duman yükseliyordu. Tavuk dönerin başındaki usta en az kırmızı mı yoksa mavi kabloyu keseceği konusunda ikilime düşmüş bomba uzmanı kadar terlemiş durumdaydı. Tesis çalışanları yorgun yüzleriyle işlerine devam ediyorlardı. Onlar ne giden ne de kalan taraf kalıp hiçbir yerin ortasındaki bu yerde mesai sonrası evlerine gidecek yolun hayalini kuruyorlardı. Mola yerine gelen otobüslerden inen yolcuların bazılarının ayakları uyuşmuş zorlukla yürüyorlar, sigara tiryakileri ise birikmiş duman ihtiyaçlarını aceleyle gideriyordu. Otobüsün kaptanları ise gömlekleri arkadan çıkmış vaziyette suratlarında damla güneş gözlükleri, ayakkabılarının arkasına basıp tuvalete doğru gidiyorlardı. Tesis görevlileri tek sıra halinde park etmiş otobüslerin camları sabunlu köpüklü fırçayla ritmik bir şekilde temizliyordu. Burada her şey, her olay her an sürekli kendini tekrar ediyordu. Türkiye’de bıraktığınız gibi bulabileceğiniz tek yer dinlenme tesisleri olabilir.
Hediyelik eşya bölümünde küçük bir çocuk ağlayarak pelüş oyuncaklardan birini istiyor annesi ise onu çekiştirerek içeriye çifte kavrulmuş lokum almaya gidiyordu. Aralarındaki bağrışmalar yüzünden tüm dikkatim onlara doğruydu. Onlar görüşüm alanımdan çıkınca da lokumların yanındaki rafta dizilmiş kitaplara dikkat kesildim. Liste bir hayli ilginçti: Dünyayı Yöneten Yedi Gizli Ailenin Gizli Yaşamı, Sağlıklı Yaşamın Sırrı Pırasa’da, Reflü Şırdanla Tarih Oluyor, Tapınak Şövalyeleri Boğaz Köprüsü’nün Altında Ne Saklıyor başlıklı kitaplar bir tarafta diğer tarafta ise çeviride sayfa sayısı novella boyutuna düşmüş Don Kişot, Dostoyevski kitapları sıralanmıştı. Kitapların fotoğrafını çekip Selen’e gönderdim. Selen, kitap isimlerini görür görmez Whatsapp’tan kahkahadan gözleri sulanmış sarı emojilili bir yanıt verdi. Sonra da merakla nerede olduğumu, kaç gibi Ankara’ya geleceğimi sordu. Yanıtım günler öncesinden hazırdı: “Yarım gün uzakta Ankara” Bu sırada anonsçu anlaşılmaz bir dille sıradaki otobüsün hareket saatini duyurdu. Anlaşılmaz anonsu üzerine alınan tesislerdeki tüm yolcular, kendi otobüslerinin harekete hazırlandığını sanarak panikle ellerindeki lokum, kaymak torbalarıyla otobüslerine doğru koştular. Onlar birazdan bayram tatili için Ege’ye doğru ineceklerdi ben ise yarından itibaren kaldığım yerden alışkanlıklara dönecektim. Bir önceki gün Ankara’yı özlüyordum, şimdi Afyon’da Dazkırı sınırında bir adım sonra başlayacak bozkır ihtimalinin tam göbeğinde Bozburun’u özledim bile.
Selen’le bazen her küçük burjuva gibi Ege kıyısında bir yere taşınmaya dair hayaller kuruyoruz. Ama hayallerimize mutlaka taşra sıkıntısı, kent özlemi sızıyor. Bütün bir seneyi deniz kıyısında, inzivada geçirmek için çok kentliyiz. Genetiğimizle oynanmış bizim. Üç jenerasyon öncesi köyden, kırsal yaşamdan kopmuşuz. Kırsalda hayatta kalma şansımız çok düşük. Her an panik halinde kasaba esnafından Iphone şarj aleti isteyecek kıvama gelebilir, elektrik kesikliği bizim için dünyanın sonu temalı filme dönüşebilir, en ufak böcek ısırığında hayatımız film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçebilir, denize olta atıp karavana çekebiliriz. Deniz kıyısındaki yaşam hayalimiz böyleyken, kent yaşamında ise Halk TV’nin karamsarlıkla dolu haber bültenlerin içine düşüp, son dakikalar arasında tedirginlikle kalabilir, trafikten, sürekli olarak tepemizde dönen helikopter sesinden, kalabalıktan, kaldırımın üzerinde giden motosikletlerden sıkılabiliriz. Sonra da “Yaşanmaz burada” diye çevremize şikayetlerde bulunabiliriz. Ankara’da kışçıların bayılacağı türden kara kışın hüküm sürdüğü bir ocak ayında Ege gözümüzde tütecek. Oraya gittiğimizde de eski alışkanlıklarımızı özleyip, yine her şeyden sıkılıp Ankara’yı dönmenin hayalini kuracağız. Ve bu ikilem sonsuza kadar sürüp gidecek. Alışkanlıklarımıza, şehir rutinlerine, tekrarlara, tesadüflere, ani gelişmelere teşneyiz. Aylak yürüyüşün sonunda rakı içmeye gitmeye, yol üstünde sırf afişini sevdiğimiz için gittiğimiz filmlere, yürüyüş rotasının arasına illa ki kitapçı sokarak eve dönmenin döngüsünü ikimiz de çok seviyoruz.
Tostumu yedikten sonra tatil sonrası klişelerinden biri olan dönüşte ailelere hediye edilmek üzere götürülecek lokumlardan alıp yoluma devam ettim. Dazkırı sınırları dahilinde artık Ege’yi, yeşilliği, denizi geride bıraktığımı anladım. Önüm artık bozkır. Yeşillikler yerini uçsuz bucaksız sarılığa büründü. Bozkırın kendine has bir estetiği var ama Bozburun dönüşü pek çekilmiyor şimdi, birbirimizi kandırmayalım. Güneş bile çok gerimde kaldı. Yağmur yoluma eşlik etti. Gökyüzünde tek başına bir kartal gri bulutların gölgesinde fırtınaya karşı uçmaya çalışıyordu. Ufukta heybetli bir şimşek çaktı. Arabalar yanımdan silecekleri öfkeli bir şekilde sağa sola giderek çalıştı. Uzun yolda araba sürmenin keyfini biraz daha çıkarmak için Cem Karaca yorumuyla Göç Yolları’nı dinlemeye başladım. Şarkının Cem Karaca versiyonu hard-rock’a daha yakın, düzenlemesi SSK Gölge zamanını hatırlatıyor sanki; bol sigara dumanı, ucuz bira, baya fıstık, ağır meseleler…
Dazkırı’dan sonra peşime takılan yağmur bulutları beni Ankara’ya kadar takip etti. Yazları oto yol kenarında bekleyen kavuncular başlarına plastik şeffaf yağmurluklarını geçirmişler, tatil sonrası organik kavun peşinde koşan tatilcileri bekliyorlardı. Yağmurun şiddeti şimdi adını hatırlamakta zorluk çektiğim Ankara’nın çok çok eski belediye başkanlarından birinin yaptırdığı tuhaf, anlamsız dev kapılarının altından geçerken arttı. Selen’i arayıp Eskişehir Yolu’nda olduğumu kısa süre sonra yanında olacağımı söyledim. Selen, akşam yemeği için Kumsal’da yerimizin ayrıldığını, eve geldiğimde istediğimiz zaman gidebileceğimizi söyledi. Neyse ki dönüş yolunda hâlâ güzel haberler de alabiliyordum.
Bahçelievler’e doğru yaklaştıkça trafik arttı. Rögarlardan yağmur suyu taşmaya başladı. Yolun kenarında fırtınadan dolayı ağaç devrilmişti. Şemsiyesiz bahtsızlar panik halinde sağa sola doğru koşturuyorlardı. 3. Cadde’deki evimize doğru yaklaştığımda park yeri olmadığı için Bahçeli etrafında üç defa döndüm. Bir anlamda park yeri hacısı oldum. Evime en uzak noktalardan birine arabamı park edip, üzerimdeki tatilci rehaveti kostümüm şort, terlik ve tişörtümle yaz yağmurunun öfkesini doğrudan üzerime çektim. Kurşun gibi yağan yağmurun arasından hızla bavulumu alıp evimize geldim. Selen, çoktan kapıyı açmış, girişte bekliyordu. Beyaz elbisesi, arkadan topladığı saçlarıyla çok güzel gözüküyor. Onu görünce bir kez daha anlıyorum ki, her zaman geri dönmeye değer bir şey vardır. Kapının girişinde sarılıp, öpüştük. Dudaklarımızı geri çektiğimizde aynı hızla yeniden buluşturduk. Bu anı çok özlemişim. İçeriye girince üzerimi değiştirdim. Gömlek ve şortla yeniden kentli görünümüne büründüm. Yağmurun şiddeti azaldıktan sonra Kumsal’a akşam yemeğine gitmek için yola çıktık. Selen yakındaki taksi durağından bir araba çağırdı. Takside şoför, hararetle fırtınadan savrulan ağaçları, hayatında böyle yağmur yağdığını görmediğini, her yağmurda trafiğin neden kitlendiğini, benzin fiyatlarının sürekli arttığını, böyle, böyle nereye kadar gideceğinden şikâyet etti. Şoförün şikayetleri eşliğinde yolu anlamadan Kumsal’a vardık. Bahçe kısmına oturduk. Siparişlerimizi söyledik. Rakı kadehlerimizi birbirine vurduk. Ayrıyken günlerimizin nasıl geçtiğini, gittiğimiz yerlere bir defa birlikte gitmeyi planladık. Bu sırada yanımıza birisi yanaştı. “Can! Vallahi sensin, oğlum ne kadar zor tanıdım seni. Ne kadar değişmişsin. Saçlar filan gitmiş… Merhaba, afiyet olsun. Ben Erdem bu arada.” Erdem? Şimdi hatırladım. Lise arkadaşım Erdem. Fırlama Erdem. Futbolda başarılı, tarihte dökülen, matematikte birinci. Yıllar oldu görüşmeyeli. O beni tanımasa zor tanırdım ben onu. Ona sarılıp, masaya davet ettim. Nehir olanları uzaktan takip etti çünkü biz hemen geçmişe döndük. Erdem, evlenmiş. OSTİM’de medikal malzemeleri satıyormuş. Beş yıllık evliymiş, çocukları yokmuş. Bu yaştan sonra çocuk yapılmazmış. Birlikte dizi izliyorlarmış (televizyon karşısında uyuyormuş) Pazar miskinliği yapıyorlarmış. Eşinin ailesiyle yemeğe çıkmışlar. Bayramda tatile gitmeyi sevmiyormuş. Kazancı fena değilmiş. Hayat iyi gidiyormuş onun için. Benim kitaplarımı okumuş daha doğrusu okumaya yeltenmiş ama fazla karışık bulmuş. “Daha basit yazsana lan! Biz de anlayalım”. Bizim işler güzelmiş. Kendisi her gün tuhaf insanlarla muhatap olmak durumunda kalıyormuş. (Bir de bize sor, bir de bize sor Erdem) Biraz fazla içiyormuş, eşi kızıyormuş. Günleri hemen, hemen aynı geçiyormuş. Arada kaçak olarak halı sahaya gidiyormuş. Bir ara kolunu kırdığı için eşi ona yasaklamış ama ona yemeğe gidiyorum diye kandırıp gizlice halı saha takımında yerini alıyormuş. Erdem hatırladığım kadarıyla çok konuşurdu ama iyi bir hikâye anlatıcısıydı. Karşımda o yeteneğinden bir an için bile hiçbir şey eskitmeden tuhaf, komik biraz da ergen hikayeleri peşi sıra sıraladı. Selen, fazlasıyla geçmişe takılmış, esnaf sit-com’una benzeyen bu muhabbetten çok hoşlanmadı, anılarımıza ortak olamadı haliyle. Erdem gittikten sonra Selen’le yeniden baş başa kaldık. Selen, merakla “Hep böyle çok mu konuşurdu?” diye sordu. “Biraz ama onda şeytan tüyü vardır. Hikayelerini anlatmaya başladıkça kendini içinde bulursun”.
Erdem’in masada kalan sohbet izlerini hızla silip, tatlılarımızı yedikten sonra evimize geri döndük. Yolda Erdem’in anlattıklarını düşünüp durdum. Hayatı rutinlerden ibaret ama keyfi benden yerindeydi. Ben ise kendime her daim varoluşsal sorunlar bulmuşum. Yayıncımın beklediği yeni romanımı yazmaya hâlâ başlayamamıştım. Romanımı yazamadığım için de hiçbir işim yoktu. Hiçbir işim olmadığı için de boşlukta debelenip, düşünüp, karamsar gelecek tahayyülleri kuruyordum. Üniversite yıllarında “yapmamayı tercih ettiğim” mesaili, sınırları belirli bir yaşam yerine kendimi kaosun ve belirsizliğin içerisine balıklama atlamışım. Yazarlığa saçma bir idealizm atfederek yaşamımı zorlaştırmışım sanki. Her yerden, her şeyden kolay sıkılmışım. Ekonomi politiği, Marx’ı, Keynes’i çok iyi biliyoruz ama bu bilginin tam tersine kazancımız hiç artmamıştı. Bilgimiz arttıkça fakirleşmişti. Dünyayı okuyarak anlayacak bilgimiz var ama onu değiştirmek için çok tembeldik. Öyle olunca, mülksüz ve sürekli oradan oraya sürüklenecek bir hayatın içinde, pahalılıktan şikâyet ederek yaşıyorduk. Burası Türkiye, burada her şey olur, burada her şey olur…
Eve döndüğümüzde de durgunluğum yatağa girene kadar devam etti. Üzerimde Ege hafifliği var ama iç dünyamda Jean Paul Satre’la aynı eve çıkmış kadar karamsar hava hakim. Tüm tatil rehavetime limon sıkmayı başardım. Erdem’in ilaç sanayiinde yaşadığı tuhaf olaylar zinciri neden bana cazip geldi öyleyse? Kitapları yayımlanmış, biri sinemaya uyarlanmış, hiç fena olmayan okur kitlesine sahip bir yazardım. Neden onun hayatı çekici geldi? Ne eksik? Selen durgunluğumun farkına vardı. Nedenini sordu. Anlattım. Güldü.. “Senin yaşadığın şeyin adına Ege sonrası Ankara depresyonu deniyor canım”. Haklı dün Kazanzakis’le hasbihal halindeydim şimdi Dostoyevski’yle dertleniyordum. Hava şartları insanı bu kadar etkiliyor olabilir miydi? Düşünce balonları kafamın üzerinde süzüldü. Selen, tek, tek düşünce balonlarını eliyle patlattı. Sonra gülümseyerek yanıma sokularak sevişmeye başladık. Teninde deniz kokusunu, karlı dağları arasından görülmeye başlanan begonvilleri, hanımelleri duyuyordum. Selen, dünyadaki anlamım, anti depresanım, palavradan varoluşsa krizlerime panzehirim…
edebiyathaber.net (23 Temmuz 2022)