Varoluş felsefesinin öncü isimlerinden, Søren Kierkegaard’ın “Aforizmalar”ı Nur Beier çevirisiyle Pinhan Yayıncılık tarafından basıldı. Kitap, yazarın özgün adı; “Enten-El-ler – Et Livs Fragment” (Ya-Ya da-Bir Hayat Kırıntısı) olan eserin önsözündeki alıntılardan derlenmiş. Ve bu önsöze “Nakaratlar-Kendine Doğru” ismi verilmiş. Metin, vecizeler veya günlük notları halindeki kısa pasajlardan oluşuyor.
Nur Beier’e göre; Kierkegaard felsefesinde insanın seçebileceği üç temel konum var. Birincisi; bireyin tüm yaşamını duyguların yönettiği estetik konum, ikincisi tüm yaşamın başkalarıyla karşılaştırmalı olarak kavranabileceğini ve evrensel ahlȃkın kamusal alanda dışa vurduğunu varsayan etik alan ve sonuncusu ise; insanın tüm yaşamını Tanrıya karşı olan sorumluluğunun, yönettiğini varsayan dinsellik konumu. Onun felsefesinde her birey hükmen özgürdür ve bu üç yoldan birisini seçecek iradeye sahiptir. Düşünürün ortaya koyduğu üç konum aynı zamanda her bireyin aynı olamayacağına da bir göndermedir belki de. Tek tek özneler yaşamlarını sorgularken onları neyin tamamlayacağına kendi öznelliğiyle karar verebilecek durumdadır. Kierkegaard felsefesi bireyin öncelikli olduğu bir felsefi kavrayış sunar. Çünkü ona göre; varoluşu belirleyen şey insanın öznelliğidir.
Kitabın derlendiği “Diapsalmata” başlıklı önsöz Beier’e göre; hayattan bezmiş kinik insanın düşün dünyasını yansıtır. Bu insan artık uzun metinler yazamayacak kadar bitkin düşmüş, miskinleşmiş, melankolinin dibine vurmuş, karamsar bedbaht bir varlığa dönüşmüştür. Kierkegaard’ın bu insan tipi aslında çok da uzak olmadığımız bir varlık durumunu da yansıtmıyor mu? Vahşi kapitalist dünyanın her türlü derdiyle yaşayan biz insanlar tek tek bireyler olarak bu gün tamda bahsedilen bir varlık durumuna karşılık geliyoruz desek, çok büyük hata etmiş olmayız sanıyorum. Sürüp giden savaşlar, acılar, çevre kırım, otorite baskısı ile yaşamımızı devam ettirmeye çalışıyoruz ve bu durumda çıkışsız hissetmemiz, melankoliyi en yakın dostumuz saymamız kaçınılmaz görünüyor. Tıpkı Kierkegaard’ın söylediği gibi;
“Geniş çevremdeki tanıdıklarım dışında, samimi bir dostum var; melankolim. Eğlencemin tam ortasında, işimin tam ortasında bana el edip, bir kenara çeker, bedenen orada olsam da, olmasam da. Melankolim, şimdiye kadar bildiğim en vefalı sevgili, ne hayrettir ki, yine sevdalandım.”
Kierkegaard’ın aforizmaları kederi içselleştirmiş ve o kederle yaşamayı kabullenmiş, kederini “kalesi” olarak gören, keder sahibi olmayı yaşamın refahı sayan bir noktadan sesleniyor okuyucuya. O, kederli olmanın iyilik yapılmış gibi algılanan, ödüllendirilmesi gereken bir durum olduğunu düşünüyor. Çünkü varlığının içinde bulunduğu durum ona göre bir örümceği andırıyor; “Bir örümcek, sabit noktadan hedefinin içine doğru seğirtirken, önünde daimi bir boşluk görür, ayak basacak yer bulamadığı bir boşluk, ne kadar çırpınırsa çırpınsın. Ben de bu durumdayım diyor Kierkegaard; önümde daimi bir boşluk, beni ileriye doğru güdüleyen şey, arkamda yatan netice, bu hayat geriye dönük ve korkunç, tahammül edilir gibi değil.” İnsan varoluşu bu gün aslında kedersiz olursa sorunlu görülmeli belki de. Biz insanlar içinde bulunduğumuz, yaşayıcısı olduğumuz bu dünyayı ve varlığımızı sorgulamadığımız sürece gamsız olabiliriz. Gündelikler içinde kaybolmuşsak, kendimizden vazgeçip, üstlerimize boyun eğmişsek, bizi dünyada tutan; işimiz, gücümüz, paramız, kaygılarımız ise, kendimizi bir örümceğin yaşadığı çırpınışta hissetmemişsek hiç, öylesine sürüp gidiyorsa bireysel varlığımız, geriye dönüp baktığımızda belleğimizin acılarını önemsemiyorsak ne anlamı kalır ki yaşam içinde varlığın. Bahsedilen şeyler çok bireyselmiş gibi görünse de aslında “bireyin toplumdan” olduğu fikrini göz ardı edemeyiz sanırım. İnsan varlığının bu derece kederli bir sıkışmışlık hissetmesinin nedenini sadece bireye indirgeyemeyeceğimiz gibi, toplumsallığın birey üzerindeki genelde olumsuz etkisini de görmezden gelemeyiz. İşte bu nedenlerle Kierkegaard’ın üzerinde durduğu kederli varlık bu günün öznesinin çok uzağında değil.
Kierkegaard’ın aforizmalarında öne çıkan bir diğer durum bireyin kendisine dönüşü ve kendisiyle sürdürdüğü kavga, varlığının ne anlama geldiği, dünyadaki yeri, Yaratanın onunla ne demek istediği, hayat ve ölüm. Hayata bakışım diyor Kierkegaard; “tek kelimeyle anlamsız.” İnsanın işinin başından aşkın olmasını da bir türlü anlayamıyor ve gülünç buluyor. Ona göre; bu insanlar her şeyi aceleye getiriyor. Oysa hayat; “sert bir içki, onun için damla damla, ağır ağır, saya saya almak lȃzım.” Yaşadığımız çağ, çok kullanılan tabirle “hız çağı” olarak da adlandırılıyor. Kierkegaard’ın özlemini duyduğu şekilde bir yaşam ne kadar mümkün olur diye sormamak elde değil. Her sabah başlayan koşuşturma, hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşı, hep geçiştirilen yemekler, gündelik iletişimler, gündelik ilişkiler bir anlamda nefes almanın bile aceleye getirildiği bir yaşam. Bunun içinde yine kendi bireysel varlığımız ve tercihlerimiz önemli sanıyorum. En başta Kierkegaard’ın insanın birey olarak konumunu seçebilecek özgür iradeye sahip olduğunu düşündüğünden bahsetmiştik. İnsanın eğer seçme ve tercih gücü varsa yaşamını “sert bir içki” içermiş edasıyla yaşaması da mümkün olur belki.
Kierkegaard’ın aforizmalarında karşımıza çıkan bir diğer nokta insan ve doğa ilişkisi. Neolitik dönem insanıyla başlayan bu karşıt ilişki geldiğimiz süreçte doğa varlıklarının insan yararına olabildiğince, dönüştüğü ve tükendiği bir boyutta. Düşünürün bu konuda alaylı bir dille söyledikleri çok şey anlatıyor; “Neyse ki tabiatta insan onurunun hȃlȃ bir saygınlığı var, kuşları ağaçlardan uzak tutmak için, insanı andıran bir şey dikiliyor, hȃttȃ korkuluk gibi insanla uzaktan yakından benzerliği olmayan bir şey bile saygı uyandırmaya kȃfi.” İnsan onurunun saygı mı yoksa korku mu uyandırdığı sanırım buradaki soru. İnsan artık varlığının bir benzeri olan korkulukla bile doğa varlıklarını ürkütüyorsa, kuşların mekȃnı olması gereken ağaçtan, onları uzak tutmak için çaba sarf ediyorsa, insan varlığının doğa ile arasının çok da iyi olduğu söylenemez. Çünkü insan bu gün doğa için saygın değil, yok edici konumda, doğa ile olan ilişkisi köle-efendi boyutunda bu nedenlerle de doğa için saygınlıktan çok benzeri olan korkuluktan bile sakınması gereken, olumsuz bir anlama geliyor.
Kierkegaard’ın aforizmaları dünya içinde insan varlığının anlamına, bazen değerine, bazen değersizliğine, kederine, mutsuzluğuna dokunuyor ve bu anlamda bugün dünyada yaşayan her insanın kendi varlığından bir şeyler bulabileceği, kendisiyle yüzleşebileceği kısacık metinlerle okuyucuya sesleniyor.
Emek Erez – edebiyathaber.net (8 Nisan 2015)