Kimlikler kalabalığında insan sadeliği | Ahmet Kalkan

Ağustos 19, 2024

Kimlikler kalabalığında insan sadeliği | Ahmet Kalkan

Bu kez de romanı geçti ellerimin arasından. Yaklaşık 30000 fit irtifada çevrildi sayfalar. New York’tan kalkıp, Berlin’e doğru süzülen uçağın dar aralıklı ekonomi sınıfının en son koltuğu. Yolcuların çoğunluğu önlerindeki küçük ekrandaki görüntüye dalmış, ben ise şeffaf bir kurgu elbisesi giydirilmiş gerçeklere. Süzüldüm bir gece, Leyla ile. Büyümeye çalışıyordu, var olmak içindi tercihleri ve adımları. Sonra büyüdü. Ölecek kadar büyüdü.

Çiğdem Koç’un ilk kitabı “İkimizden Daha Büyük Bir Şey” ile tanışmadıysanız henüz, öncelikle ve acil olarak, “Gece Demekmiş Leyla”nın kapağını kapatıp, kitaplığınıza geri koymanızı tavsiye edebilirim. Bir devam kitabı olmasa da, girişteki o sosun tadını tam olarak almak isteyenler için bu tavsiyem. Karar sizin, biz kitaba dönelim. İşte tarif etmeye çalıştığım o sostan bir cümlelik numune. Biliyorum acı, fakat buraya koymadan geçemeyeceğim.

“Gel gör ki; acıları, haklılıkları ve suçlulukları bile hiyerarşiyle hizaya getirmekten kendini alamayan bu toplumda, neredeyse herkes zalimlikten şikayet eder ama zalimin zulmü kadar tehlikeli olduğunu bilmez; mazlumun kibrinin ve mağdurun kininin.”

Bir dönem romanı diyenler çıkabilir belki “Gece Demekmiş Leyla” için. Ben üzülerek her dönemin romanı demeyi tercih ederim. Acımasız yanı hiç törpülenmemiş, daha ilk kuşaktan kendine bir öteki bularak yok etmiş ademoğlunun her dönemdeki aynılığından kalma izler var bu kurguda.

Adını 212 sayfa boyunca hiç duymayacağınız ana karakterin ağzından dökülüyor bu sürükleyici anlatım. Dünyaya geldiği kabın şeklini almayı, kendi olma içgüdüsü ile reddeden bir kız çocuğu yürümeye başlıyor hayatı. Kılıfına koruyuculuk denilebilecek bir baskıcılık altında büyürken, koluna bakıcılık rolüyle giren bir yoldaş ile devam ediyor yolculuk.

Sanırım sizin de ilk olarak dikkatinizi çekecek olan şey olacak, karşılaştığınız karakterlere verilen isimler ve anlamları. Bazıları tam uymuş karaktere, bazıları tam zıddıyla yaşamış hayatını. Bir çok isimle tanışırken, ana karakterin isimsizliği merakınızı canlı tutacak. Biraz sabır. Yoksa…!

Daha önce izlediğiniz klişe dizilerde gördüğünüz sahnelere benzetmeye çalışmayın lütfen mekanları. Karakterlerin birbirleriyle karşılaşması, kimlikleri arasındaki çatışma ya da uyum abartılı gelmesin sizlere. Ötekiler enflasyonuna maruz bırakılmış bir toplumda yaşadığınızı unutmayın. Siz görmeseniz de, siz duymasanız da daha doğrusu, görmek ve duymak istemeseniz de yan sokakta, aşağıdaki caddede, yukarıdaki mahallede yaşandı her şey. Şimdi bu kitapta gördüğünüzde garipsemeyin olur mu? Hepimiz bildik. Sadece cesareti olanlar gördü bütün ötekileri. “İnsanın ne olduğunu vicdanı belirliyor, konumu değil” diyerek bütün ötekileri görebilmenin ve onlarla yaşamanın güzelliğini anlatıyor isimsiz ana karakter.  

Zaman zaman farklı yol ayrımlarında tercihlere açılıyor sayfalar. Okurken yürüteceğiniz tahminlerde, bulunduğunuz konum, yetiştiğiniz çevre, “peki ya elalem ne der?” prangasının etkili olacağını düşünüyorum. Sıyrılma fırsatı işte size bütün prangalarınızdan. Kimlikler kalabalığında insan sadeliğine ulaşma zamanı. Belki de o yüzdendir isimsiz bırakılmışlığı ana karakterin. Her okur kendisi gibi bilsin ya da her okur kendisini bulsun diyedir. 

Aşkla erken tanışmak bir şans mıdır, yoksa ilk insanla tecrübe edilen ve nesiller boyu devam edegelen bir acı mı? Bir özgürlük yamacı mıdır? Dibi görünmeyen bir uçuruma düşüş ya da uçsuz bucaksız gökyüzüne bir yükseliş midir? Hepsi de doğru olabilir mi? Hepsinden biraz mı? Yaşı yok sevmenin. Öncesi heyecanlı. Sonrası? Sonrası, bu iki kapağın arasında saklı. 

Her ayrılık anidir ve zamansız. Bana göre biraz ani bir geçişle yeni bir bölüme ayrılıyor roman bir yerde. Biraz acelesi varmış hissi uyandırsa da okurken, Paris’e tanışıyor kurgu. Başka bir ülkede ilk kez kendi olma fırsatı buluyor ana karakter. “… bakmam, büyütmem, korumam ve idare etmem gereken biri vardı hayatımda artık; ben.”

Romanı iki bölüme ayırmış hissi verse de bu geçiş, kendi olma fırsatı bulmuş bir kadının yolcuğuna, kendini tamamlayacak yoldaşların eklenmesi serüveni olarak bir bütün içinde devam ediyor. Audrey Hepburn’ün diliyle “Paris her zaman iyi bir fikirdir.” Paris’i biraz bilenler için keyifli bir geziye, hiç gitmemiş olanlar için bir keşif heyecanına davet ediyor.

Bu keşif sadece Paris’e değil, ana karakterin benliğine de bir yelken açış aynı zamanda. Benliğinin ve başka benliklerin farkına varmaya, oldukları gibi kabul etmeye, kulaklarını her sese açmaya, başkalarının cehenneminin sıcaklığını hissetmeye varan hamlıkla pişme arası bir seyir.

 “Öyleydik biz, yalıtılmış dünyamızın yalancı cennetinde cehennemin çığlıklarına kulaklarımızı kapayacak kadar korkaktık ama insandık işte.”

 Korkularını yenmiş bir insan olarak devam ediyor hayatına ve sonlara doğru dilindeki söz tükeniyor. En doğru kişi devralıyor sözü. Sözü tükenen bir başkasının vedasıyla sonlanıyor roman. 

Olsun diye yazılmış bir roman olmadığı çok aşikar bu kurgunun. Akıcı bir dille kaleme alınmış, bununla birlikte edebi zenginlik ise akıcılık kaygısına yem edilmemiş. Bir sorumluluk hissi var hemen her sayfada. Adına cesaret demek istemiyorum, olması gereken sade bir insan duyarlılığı ile konforunu bozmak istemeyenlerin uzak durduğu hemen her konuya temas edilmiş olması kitabı değerli kılan belki en önemli özelliği.

“Evet, yazmak tamamlanmak benim için.” diyor ana karakterin ağzından Çiğdem Koç ve arınma diyebileceğim kaliteli bir okuma serüvenine davet ediyor bizleri.

Buyurmaz mısınız?

edebiyathaber.net (19 Ağustos 2024)

Yorum yapın