Kimseler bilmezken “Kimse Bilmesin”… | Adnan Gerger

Ekim 6, 2017

Kimseler bilmezken “Kimse Bilmesin”… | Adnan Gerger

Gerçekten çok güzel edebi yapıtlar yayınlanıyor. Ama bu güzel yapıtların çoğu (evet, evet çoğu)  ne yazık ki yeterince duyurulmuyor, edebiyat okurlarının farkındalığına sunulmuyor. Bu tavrın bilinçli bir tavır olarak geliştirildiğini vurgulamak istiyorum. Elbette bunun birçok nedenleri var ancak bunu burada tartışmak istemiyorum. Çünkü benim bu yazıyı yazmamdaki öncül kaygım, çoktandır okuma listemde olan Abdullah Ataşçı’nın Kimse Bilmesin ([1]) adlı öykü kitabı üzerine değerlendirme yapmak. ([2]

Dağda Duman Yeri Yok romanıyla dikkatimi çeken Abdullah Ataşçı’nın daha önce yayınladığı öykü kitaplarını ha bugün ha yarın okuyacağım derken Bırîndar romanının yayınlandığını öğrendiğimde kendime nasıl kızdım bilemezsiniz. Derken bu yıl daha önceki öykü kitaplarında yer alan ve yeni öykülerini de kapsayan öykü kitabı yayınlandı. O kadar takip etmeme rağmen Abdullah Ataşçı’nın diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabıyla ilgili bir iki yazıdan başka eleştiri okuyamadım. Yo, şaşırmamıştım. Çünkü iyi edebiyat yapanlara karşı takınılan genel tavır bu, budur.

Kimse Bilmesin adlı öykü kitabını iki kere okudum. Birinci okumam kendim içindi, ikinci okumam sizin içindi. Hadi itiraf edeyim… Hani, insanlar bazen bir şeyden zevk alır, mutlu olur. Onu yeniden yaşamak ister. İşte biraz da bunun için iki kere okudum.

Ataşçı’nın bütün yapıtlarında edebiyatı tatmanın, onun estetik boyutunu içselleştirmenin, büyülü ama gerçek imgelere ve alegorik anlatımlara birebir dokunmanın keyfini yaşıyorsunuz. Nasıl, diyorsunuz, nasıl oluyor da bu kadar acımasız öyküler böylesine naif, insan yüreğini burkan metinlerle anlatılıyor, diye durmadan sorup duruyorsunuz. Ataşçı’nın ustalığı da işte burada başlıyor. Okuru merak ettiriyor. Bu merak duygusunu okurun üstünde öylesine çatıyor ki okur hem öykünün içine girmekten kendini alıkoyamıyor, hem de metnin içerisinde araştırma yapmaya itiyor. Metni okurla birlikte sanki yeniden yazıyormuş gibi izlenim edinmeyi başarıyor.

Ataşçı’nın bu tutumu öykü kitabında daha baskın. Her biri bir roman kurgusunda olan öykülerini okuduğunda insan hiç bitmesin istiyor. Öykülerdeki bu roman kurgusu bir handikap olarak da görülebilir, bir yüksek seçicilik olarak da… Bir öykünün içerisindeki kurguyu kavrayabilmek için metinler arası geçişlerde bir okur olarak zorlanıyorsunuz. Bu nedenle çok dikkatli okumak zorunda olduğunuzu hissediyorsunuz. Öyküden öyküye geçişlerde de aynı durumu hissediyorsunuz. Bir öteki sayfayı çevirdiğinizde yeni bir öykünün başladığınızı gördüğünüzde okuduğunuz öykünün etkisinden kurtulmak için çok çabalıyorsunuz. Aynı öykü içerisinde görülen bu tutum okuyucuyu kendi kalitesini sorgulatırken ayrı öykülere geçişte de okuyucuya ayrıca bir tünel açmasını söylüyor. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Çünkü olması gerektiği gibi okur olarak metinleri çok iyi okumak zorunda kaldığınızı hissediyorsunuz ve henüz okuduğunuz öykünün etkisinden kolay kolay kurtulamıyorsunuz. Yazar, okuyucuyu da kitaba katmak için Jean Baudrillard’ın dediği gibi imgeleri, artık bizim olduğuna inanmamızı istiyor. (Yabanıl toplumların maskeleriburjuva toplumumun aynaları vardı, bizimse imgelerimiz var.)( [3]) İmgeleri bir kez benimsediyseniz kim olursanız olun anlatılanın kendi hikâyen ya da yaşanan bir hikâye olduğunu çok iyi biliyorsunuz.

Öykülerinden örneklemelere geçmeden önce, Ataşçı’nın öykü kitabındaki metinleriyle okur arasındaki ilişkilerden biraz daha bahsetmek istiyorum. Kahramanların karakterleriyle, düşleriyle, beklentileriyle öne çıkan metinlerdeki imgeler özgürlüklerini yitirmeden durmadan kendini üretmekten geri kalmıyor. Yaşamın çelişkileri popüler edebiyat yapıtlarında gördüğümüz idealize haliyle değil de sade ve yalın bir şekilde karşımıza çıkıyor. Okur, günümüzün yok saydığı ya da küçümsediği en insani değerlere sahip çıkmasının gerektiğini hatırlatıyor ve bunu yine bir ilke olarak kabul etmeyi kendisine şart koşuyor. Ataşçı’nın öyküleri, gündelik ve sıradan içi boş kavramlara alıştırılarak edebiyatın ruhunu yok ettirilmesine bir itirazdır, aynı zamanda. Bu itiraz üzerine okur, kendi özgün yaratıcılığını katması, cicili bicili cümlelere alışkın ve uçucu sözlerle taş kesilmiş diğer okurları da uyandıracağından şüphe duymuyor. Abdullah Ataşçı da bir röportajında ([4]) aynen şunu söylüyor, zaten:

“Metnin gerçek sahibi kimdir? Bence bir metnin dört sahibi vardır: Yazar, metnin kendisi, zaman ve okur… Her ne kadar yazar, metnini bitirmiş, okura sunmuş olsa da, o metnin nüvelerinin bir şekilde yazarın zihninde dolaştığını, bundan sonra yazacağı metinlere de o nüvelerden bazılarının sirayet ettiğini biliriz. Dostoyevski’de, Sait Faik’te, Vüsat O. Bener’de, Yaşar Kemal’de, Orhan Kemal’de, Orhan Pamuk’ta, Kafkada özellikle dil konusundaki hassasiyetini bildiğimiz Hasan Ali Toptaşta bunu rahatlıkla görebildiğimizi düşünürüm. Hasan Ali Toptaş’ın ilk metinlerinden son metnine kadar dilin olanaklarını genişletmek için çaba sarf ettiğine, hatta daha çok bunun için yazdığına da tanıklık ederiz. Ethem Baran da Bozkırın Uzak Bahçeleri kitabından bu yana böyle bir dert edinmiştir. Metnin bir diğer sahibi metnin kendisidir. İyi yazılmış metinlerin kendilerini çoğalttığına tanıklık ederiz. Onları her okuduğumuzda yeni tatlar almamızın sebebi de budur bana kalırsa ya da Don Qujiote’ın dört yüzyıldır sürekli okunmasının, üzerine yazılar yazılmasının nedeni de bu değil midir? Don Qujiote’dan bahsedince ister istemez zaman kavramı giriyor araya. Yüzyıllardır büyük zevkle okuduğumuz kitapların en önemli özelliği, onların zamana yazılmış olmasıdır. Zaman da kendisine yazılan bu metinleri hiç eskitmeden ileriye taşır. Metnin son ve asıl sahibiyse okurdur. Yayımlanmamış, gün yüzüne çıkarılmamış, okurun okumadığı veya anlamlandırmadığı hiçbir metin, metin değeri taşımaz. O zaman metnin asıl sahibinin okur olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Yazarın, metnin ve okurun niyetinden bahseden Umberto Eco da okurun metni görmesi, yazarın ve metnin niyetini anlaması gerektiği üzerinde durur.”

Şimdi gelelim öykülerine. Ataşçı’nın öykülerindeki öylesine bazı cümleler var ki, onu yakaladığınızda öykünün yüreğini yakalıyorsunuz. Sonraki cümlelerde öykünün ritmini, anlamını, rengini, büyüsünü dinlemeye başlıyorsunuz. Ben birkaç örnek vereceğim sonra da bendeki etkilerini yazacağım.

  • Bir keresinde Ali, ona “Seni sevdiğimiz kimse bilmese de olur, leylaklar yeterince biliyor,” demişti. (Seni Sevdiğimi Kimse Bilmesin)
  • “Ben geldim Ali,” diyecekti. Gözleri söz olacaktı, söz de uzun bir nehir ve denize varıncaya dek durmadan akacaktı. (Seni Sevdiğimi Kimse Bilmesin)
  • Kararmış bir yalnızlıktı her gün yanı başına oturduğum çeşme. ( Güneş tekerleği)
  • Çocukluğunun geçtiği dağ köyünün hafif serinliğiyle bakardı bana. Umutla bakardı. Hayattaki en önemli varlığıymışım gibi… Yıkımlarının en çürük yerinde kalmış bir çivi gibi dururdum karşısında.(Zeynep)
  • O an aslında sessizliğin hüküm sürmediği gecede o gizli seslerin varlığını hissetti… Yolun altından incecik akan suyun sesi, birkaç kavak yaprağı hışırtısı, uykusunu yitirmiş bir kedi, bir köpek, bir kuş… (Paslı Zamanın Resmi)
  • Varto Mahallesi’nden şehrin üzerine tiz ve acı bir çığlık yükseliyor. Ben neyle mükellefim, bilmiyorum daha. Yazmak mıdır, yeni baştan bir şehri kurmak? Ahmet’in yüzü dağınık, uzak örtüsünü kaybedeli çok uzun zaman olmuş gibi. Şehrin ruhsuz ışıklarında arabadan inerken ben, “Yazacaksın!” diyor sadece, kırık bir inlemeyle…(Varto Mahallesi)
  • Kehribar taşlarından fırlamış bir bakış kaldırımda geziniyor. (İğde Yalnızlığı)
  • Kaldırımlarda üşüyen seslerin (yoksa acıların mı ) içinden akıyorum. (Şehir ve Çocuk)
  • Kimim? Bir sürü özel adın ortasında bir çoğul ad mıydım? Yoksa… (Sığ Suyun Balıkları)

Örnekleri dediğim gibi çok kısa verdim. Her öyküde öylesine insanı derinden etkileyen cümleler vardı ki… Yukarıdaki cümlelere dikkat edin, hepsi de edebiyatın olması gereken estetik kaygıları taşıyor. Afilli, racon kesen cümleler değil. Bunları örneklememin nedeni, edebiyatla aforizma sözlerin aradaki farkı vurgulamak ve genel kabul gören yanılgıyı vurgulamak istememdi, sadece. Ötekiyi anlatmak, bu hayatta tutunmaya çalışanların, herkesin gözü önünde olup da görünmeyenlerin öyküsünü edebiyat diliyle anlatmak zor olduğu kadar kahramanlaşan karakterlerin düşüncelerini, duygularını, metinlerin anlamlarını okura geçirmek de zordur. Özce kimselerin bilmediği Kimse Bilmesin okunası bir kitap.

Adnan Gerger – edebiyathaber.net (6 Ekim 2017)

[1] Everest Yayınları- Şubat 2017

[2] Ursula K. Le Guin’in kulaklarını çınlatarak iyi yapıtları zaten edebiyatı bilen küçük bir kalabalık tarafından iyi okur buluyor. Ha piyasa yapan, yani pop olan yani reklam yazarlarının elinden çıkma aforizma sözcüklü yapıtların iyi edebiyat diye sunulmasına kitlesel ve çok satar oluşuna üzülmüyor muyum, elbette üzülüyorum. Ülkenin sorunlarına yaklaştıkları gibi birçok yazar-çizerin bu duruma kayıtsız ve sessiz kalmasına içerlemiyor muyum, elbette içerliyorum. Dediğim gibi bu ayrı bir tartışma konusu.

[3] Jean Baudrillard: Kötülüğün Şeffaflığı (Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme.- La Transparance du Mal Essai sur les Phenomenes extremes). Çeviri: Işık Ergüden. Ayrıntı Yayınları. 4. Basım. 2010

[4] Abdullah Ataşçı: Edebiyat doğası gereği özgür, cesur ve inatçıdır. (Söyleşi: Mustafa Orman. – www.gazetekarinca.com)

Yorum yapın