Kinyas ve Kayra, Günday ve ben! | A. Adnan Akçay

Nisan 25, 2024

Kinyas ve Kayra, Günday ve ben! | A. Adnan Akçay

Hakan Günday’dan ilk olarak Malafa’yı okudum. Müthişti. Herhangi bir konuda tek bir kişinin bu yoğunlukta bilgi sahibi olması ve tüm bunları şaşırtıcı bir kurguyla edebileştirebilmesi inanılır gibi değildi. Ele aldığı sektörün görünen görünmeyen, tezgâh üstü, perde arkası, söylenen, düşünülen ve dahi kuşkulanılan her boyutunu hem de alana özgü bir dil aracılığıyla yansıtması, bana resmen olağanüstü gelmişti.

Sonra Zamir’i okudum. Bu daha hacimli ve dolayısıyla daha ayrıntılıydı. Gayet güncel bir konuda bu ölçüde çok katmanlı bir anlatı tutturabilmesi beni yine çok şaşırttı. Ardından ilk kitabı olan Kinyas ve Kayra’ya geçtim ve henüz başlarındayken ip koptu! Sessizce arkamı dönmekten başka hiçbir şey gelmedi elimden, üstüme yuvarlanan kayalardan belki de son anda kurtulmanın şaşkınlığıyla kalakaldım. Bu kitabı şimdilik kapattım, nerede kaldığımı iyice mimleyerek. Ama Hakan Günday’dan uzaklaşmadım ve hemen Zargana’ya başladım ve oh derin bir nefes aldım. Tarz, üslup, kahraman, olay örgüsü açısından, üstünde adı olmasa bile eğer Günday’a azıcık bulaştıysanız, bunun onun kitabı olduğunu zaten hemen anlarsınız. Zargana da öyle, yani Günday kendinden vazgeçmiş değil. Sertlikse bu kitap da sert ama şimdilik keyifle devam ediyorum ve Kinyas ve Kayra’ya dönme cesaretini hangi kitabından önce ya da sonra bulacağımı ben de bilmiyorum.

Kinyas ve Kayra’da başıma ne geldi ve kitap beni hangi düşüncelere sevk etti, bu yazıda bunu anlamaya ve anlatmaya çalışacağım. Kitap, Sartre’ın Bulantı’sıyla başlayıp Atay’ın Tutunamayanlar’ı gibi gidecek herhalde diye beklerken, aniden Haneke’nin Funny Games’ine dümen kırınca ne yapacağımı bilemedim ve okumayı bıraktım -ip 176. sayfada koptu! Tekrar ediyorum, kitabı kötü olduğu için bırakmadım, belki de fazlasıyla iyi olduğu için okumayı erteledim -ya da Günday bana fazlasıyla sahici geldi ve basitçe korktum. İtiraf etmeliyim ki, adam 24’ünde böyle bir metin yazmaya cüret etmiş, ben 70’inde okumaya cesaret edemedim! Benim için bir başka önemli sonuç, memleketten umudumu nasıl kestiysem, bu kitap yayınlanalı neredeyse çeyrek asır olmuş, dönüp bakmamışım! Hikayesi olmayanın hakikati de olmaz ve bu ülkenin en acıklı yanı hikayesinin olmayışıdır diye düşünürdüm, Hakan beni şüpheye düşürdü.

Beni hayrete düşüren bir başka nokta da Günday kitaplarını neredeyse lisedeyken okumuş bir kesimin varlığı.[1] Tahmin edeceğiniz gibi, bunlar yakın arkadaşlarımın çocukları ve şu an 30’lu yaşlarını sürüyorlar. İkincisi, Günday’ın kitaplarını sorduğum bir sahafın kitapların bulunmayış nedeni olarak lise öğretmenlerinin çocuklara bu kitapları yaz için ya da ne bileyim bir şekilde tavsiye etmelerini söylemesi -baskı sayılarının çokluğu da destekliyor bu tespiti. Tamam, Günday kitapları için yeraltı edebiyatı sıkça yapılan bir niteleme ama ‘yeraltı liseleri’ açıldı da benim mi haberim yok, çok ilginç!

Gerçek bizi çoğunluk tedirgin eder bu nedenle nostalji ve ütopya arasında salınırız, bu salınımlar arasında gerçeğe öylesine bir dokunur ve ondan hemen kurtuluruz. Hakan’ın yazdıklarıysa fazlasıyla gerçek, dahası sahici -belki bu nedenle rahatsız edici de. Edebiyatın olmazsa olmazı sahiciliğidir, samimiyetidir -yazılanların gerçekten olup olmadıkları değil! Bir roman için yalan/yanlış, olur mu böyle şey diyemezsiniz. Eleştiri muhakemedir ama mahkeme değildir ve eleştiri metne dışsal değil içseldir.  Bir metnin niteliğini belirleyen en önemli şey, yazanın başkasına (okuyucuya falan) değil öncelikle kendine yazmış olmasıdır. Sahicilik, anlatılana değil, anlatıya ilişkin bir şeydir. Anlatılan, hikâye edilenden sizin (hepimizin, okuyucuların) anladığıdır. Anlatı ise, metin ve yazar arasındaki ilişkiye dairdir. Bu ilişkide bir samimiyetsizlik (sahtekarlık da diyebilirsiniz) varsa metin hemen sırıtır. Bu da kuşkusuz ispat edilemez ama mutlaka hissedilir. Sahicilik ve samimiyet tabii ki ne metreyle ölçülebilir ne de laboratuvarda tahlil edilebilir, ama bir şekilde ve mutlaka hissedilir. Sanatla sanat olmayanı ayırt edecek belki de yegâne ölçüt budur -gerisi tercih ya da beğeniye ilişkindir. Sahicilik bağlamında yalnızca edebiyat değil, her sanat eseri neredeyse intihar eşiti bir dışavurumdur. Her ‘yaratıcı’ kendini yok ederek eserini (ve kendini) var eder.[2] Ya intihar edecektim ya da yazacaktım, her iyi metnin gizli başlangıç cümlesidir. Günday’da bu fazlasıyla mevcut: O, ‘ya yazacaktım ya da intihar edecektim’ falan demiyor, yazarak intihar ediyor.

Hemen gidip Hakan Günday kitaplarını alın ve okuyun diyemiyorum -kimsenin sebebi olmak istemem! Sakın ha, uzak durun, zinhar elinizi bile sürmeyin hiç demem. Bilmek, insanın imtiyazı olduğu kadar lanetidir de. Cennetten kovulmasının ve kendisi olmasının bedeli. Günday, aslında lanetimiz olan bilme’yi negatif bir olanak olarak kullanıyor gibi. Tüm yazdıkları, farkında olduğumuzda neler olabileceğine ilişkin bir el kitabı sanki. Öte yandan, Günday hep örtük bir cehennem metaforuyla yazsa da aradığı ya da okuru çağırdığı yitik ya da muhayyel bir cennet de yok. Ne bir katarsis imkânı sunuyor okuyucuya ne de huzur bulabileceği bir çıkış. ‘Akla mahkumuz ama mecbur olmamalıyız” gibi bir sözüm vardı, Günday, en amiyane tabirle, bir metin yazarım ve aklını alırım diye dalga geçiyor sanki benimle.

Hakan’ın içi çok kalabalık. Tamam, hiç kimse tek başınayken bile yalnız değildir, ama Hakan gibi bir stadyum dolusu insanı da taşımaz içinde. Bu anlamda Hakan’ın kafası çok ama çok ağır olmalı, kitapları aracılığıyla dışarı sızanlar bu kadarsa, geride kalanları düşünmek bile istemiyorum. Günday, yazarak kafasının ağırlığını bir nebze de olsa hafifletebilmiş olmalı. Ben de özellikle Kinyas ve Kayra’nın üzerime çöken ağırlığını bu yazıyla atmaya çalıştım. Şimdi o düşünsün!

Günday, öyle olmadık şeyleri öyle sıradan bir biçimde yazma/anlatma becerisi gösteriyor ki, donup kalamıyorsunuz bile, çünkü o çoktan sizin üstünüzden kızgın bir ütüyle geçmiş oluyor. Ve anlıyorsunuz ki, Günday size gelene kadar çoktan ve öncelikle kendini dümdüz etmiştir. Günday’ı güçlü kılan, yazdığı ve kolayına başka yerde rastlayamayacağınız tüm o satırları sözcük sözcük iliklerine kadar hissetmiş olduğunu size aktarabilmesidir.

Edebiyat dünyası, belki de üzerlerine yüklenmiş tarihi azametin ağırlığıyla kendinden menkul ve henüz sönmemiş balonlarla doludur. Bu çocuk onlardan değil. İngilizcede ‘gerçek olamayacak kadar güzel’ mealinde bir laf vardır. Günday’ın kitapları güzel mi değil mi bilemem ama, gerçek olamayacak kadar çetrefilli, derinlikli, dolambaçlı ve çarpıcı.

Bununla birlikte, böylesine övdükten sonra şöyle bir şerh düşmeden de geçemeyeceğim: Edebiyatın bir serüvenin anlatısı mı yoksa bir anlatının serüveni mi olduğu yolunda eski bir tartışma hatırlıyorum. ‘İçerik/biçim’ (muhteva/şekil -ya da üslup) arasında yapılan kısır tartışmanın daha şık ifade edilmiş hali gibi görünse de bu tartışma daha bereketlidir. Edebiyat, tabii ki, ne anlattığınızdan ziyade nasıl anlattığınız, nasıl ifade ettiğinizdir. Lakin, ifade etmek için anlatacak bir şeyinizin olması da elzemdir. Değilse, edebiyat kelimeler labirentinden oluşan kör bir kuyuya da dönüşebilir.[3] Psikanalizde olduğu gibi edebiyatta da semptomatik olan anlatılanlardan ziyade bizzat anlatının kendisidir. Hakan Günday’ın yazdıkları bu ayırımın ilk kısmına, yani bir serüvenin anlatısına yakın duruyor ve bu yanıyla da ‘has’ edebiyat meraklılarına kendini beğendirmesi epey müşkül gibi görünüyor.

Hakan Günday edebiyatın neresine girer, kestirmek gerçekten güç. Öncelikle, Günday kitap yazmıyor, okuyucuyla birebir söyleşiyor; sanki görünmeyen bir dinleyiciye anlatıyor hikayesini ve bunu çok iyi yapıyor. İkincisi, öyle ‘has’ edebiyat yapmaya falan çalışmıyor, hatta öyle olmamak için özel bir çaba sarf ettiği bile söylenebilir. Yani, Hakan’dan öyle klasik edebiyat falan beklemeyin -ve bu onun kusuru değil, günümüzde ne klasik insan kaldı ne de klasik dünya, henüz ne olduğunu bilemediğimiz için isim de veremediğimiz bir şey var elimizde ve Hakan işte onun anlatıcısı.[4] Dahası, Hakan Günday, okuyucunun yazdıklarından hoşlanması değil, neredeyse nefret etmesi için elinden geleni yapıyor. Yazımdaki kimi tökezlemeler, ağızdan çıktığı gibi kâğıda dökülmüş bir anlatının izlerini taşıyor. Bu kadar derinlikli düşünen biri nasıl böyle bir cümle kurar diye düşündürtmüyor değil kimi yerlerde. Benim tahminim bunu bilerek yaptığı. Saf ve temiz bir edebi dilin anlattıklarını kirleteceğini düşünüyor sanki -pis bir şey biraz da pis bir şekilde ifade edilmeli. Tutunamayanlar, her nasıl anlatılanlardan ziyade metnin bir özelliği olarak okunabilirse, Günday metinleri de hikayesini anlattığı kırık dökük dünyanın aynası haline gelebiliyor. Unutmayın ki, Günday asıl olarak giderek anlamsızlaşan bir dünyanın romanını yazıyor, anlamsızlığın romanını…

Henri Charriere’nin Kelebek’i “acı insan yüreğini yüceltir” diye bitiyordu, hatırladığım kadarıyla. Her zaman kuşku duymuştum bu tespitten ve giderek de Cioran’ın “en büyük zalimler kafası kesilmedik mazlumların arasından çıkar!” yolundaki acımasız tezine yakın hale gelmiştim. İmdadıma Günday yetişti, “Tabii ki öyle!” diyerek…

Fiziksel olarak dünyanın çok ince bir katmanında yaşam var. Altı tam anlamıyla cehennem! Sosyal kültürel düzeyde de aynı durumda olduğumuz söylenebilir. Adına medeniyet dediğimiz toplumsallık hali insanlık tarihinin çok küçük bir bölümünü oluşturuyor. İnsanlığın tarih öncesi, ince yer kabuğunun derinlikleri gibi hem çok vahşi hem de korkunç.[5] İşte Hakan Günday, üzerinde durduğumuz bu incecik medeniyet kabuğunun her an kırılıp un ufak olabileceğini; hatta çoktan olduğunu ima ediyor.

Biraz yeraltı edebiyatı, biraz bilinç akışı, çokça varolmanın dayanılmaz ağırlığı ve bolca doğmuş olmanın kaçınılmaz sakıncaları… Komplo hiç eksik değil ve tabii ki ağır narsisizm, ultra yabancılaşma, sınırları zorlayan bir psikopatlık ve bunun doğal sonucu olarak ortaya çıkan sebepsiz ve anlamsız şiddet (galiba beni en çok zorlayan da buydu): Saf, yalın, mutlak ve en önemlisi nedensiz şiddet… Öyle Dexter’da olduğu gibi ‘toplumsal fayda’ kaygısı ya da amacı falan beklemeyin. Öylesine yalın bir şiddet ki, içinde en küçük bir öfke ya da intikam hissi bile barındırmıyor. Bunun en iyi sanatsal temsili de bilebildiğim kadarıyla -adına aldanmayın- Funny Games filmiydi. Kahramanlarının en masumunun içine bile birkaç Hannibal Lector kaçmış olduğu rahatlıkla söylenebilir. Tam da bu tür nedenlerle Günday, ele aldığı tiplerin sürekli sınır durumda, gayet uçta bir geçmişe sahip olmalarıyla eleştirilebilir. En tuhaf, ucube, spektaküler olanın hikayesini yazıp kolaya kaçıyor gibi bir tespit değil bu, ama şimdiye kadar okuduklarım böyle bir tehlikeyi içinde barındırıyor.  Asıl vahamet normalin içindedir ve felaket sıradan olanın bizzat kendisidir.

Toplumun artık yalnızca nostaljik bir referans olduğunun henüz Günday farkında değil, ama kahramanları bu duruma çoktan uyanmış durumda. Toplumsalın ölümünü yıllar ve yıllar önce Baudrillard bize zaten fısıldamıştı, ama Günday’ın kahramanlarının ultra/süper bireycilikleri beni bile afallattı. Modern birey ancak toplumla mümkündü. Dikkat, hep söylenenin aksine, toplumun oluşması için bireylere değil, bireyin varolması için toplumsalın yarattığı zemine ihtiyaç vardır. Günday’ın kahramanları o düzeyi çoktan geride bırakmış durumdalar. Bireyselleşmeleri için topluma falan ihtiyaçları yok. Örtük ya da açık olarak toplum diye bir kertenin artık varolmadığının gayet farkındalar ve bu nedenle de onları yaptıklarından alıkoyacak hiçbir ahlâkî ölçüte sahip değiller. Onlar toplum sonrasının birey ötesi zombileri, hepsi birer Cioran hayaleti, hepsi dünyaya geldiğine bin pişman, değillerse bile mutlaka edilecekler!

Marquis de Sade’ın erdemle kırbaçlanan kadınları gibi, Günday’ın kahramanları da öyle acıların sonunda aydınlanırlar ki, adeta yeni bir canlı türü haline gelirler. İnsan, bitki, hayvan bir de bizim kahraman! Öyle yakıştırma yaptığımı falan sanmayın, kahramanlardan biri bunu aynen söylüyor. Başka şeyler değişebilir ama Günday kahramanlarının ortaklaştıkları bir nokta, iflah olmaz insan nefretleri. Gayet yalın bir biçimde tiksiniyorlar insandan. Bir böcek değil mesela, ama insan![6]

Günday kahramanları, gayet safça, insan kusursuzlaştırılabilir diyen Freud ve toplum mükemmelleştirilebilir diyen Marx gibi iki 19. Yüzyıl romantiğinin tüm önermelerine yazılmış bir reddiye -ya da çekilmiş zarif bir el işareti- olarak da okunabilir. Bu romantikler dünyayı (insanı, toplumu) kurtarmak gibi bir hülyanın peşindeydiler. Günday’ın kahramanları basitçe daha gerçekçi, onlar dünyayı dümdüz etmenin peşindeler. En fazla biraz abartıyor diyebilirsiniz,  ama haksız demek pek kolay değil, cesaretiniz varsa kendinizi kandırmadan bakın etrafınıza, ne oturma odasındaki fili gören var ne altında telef olmalarına ramak kalmış gergedanı ve ne de herkesin giderek gergedanlaştığını…

Günday’ın kahramanlarına ‘anti-kahraman’ demek, olsa olsa onları aşağılamak olur. Böyle bir niteleme ya sizin ya da onların ‘asaletine’ halel getirir ve hiç yakışık almaz! Günday’ın yazdıklarına distopik, apokaliptik, geleceğin karanlığı gibi nitelemeler de pek dokunmaz. Bunların hepsi ve hiçbiri![7] Bırakın geleceği, anlatılanların çoğu gayet güncel. Günday: ‘Allah muhafaza, ya gerçekten öyle olursa?’ diye düşünenlerin rahatlamasına da hiç izin vermiyor: ‘Merak etmeyin o korktuğunuz şey çoktan oldu ve bunlar daha iyi günleriniz, ne mutlu size ki henüz farkında değilsiniz diye teselli ediyor.[8]

Neredeyse global ve kolektif bir histeri halinde günümüz dünyasında insanlar artan biçimde korku ve kaygı içindeler ve bu da onların en kötü yanlarına sarılmalarına yol açıyor. İnsanlar artık özgürlük değil daha çok yasak  istiyor, sınırların kalkmasını değil daha da sızdırmaz hale gelmesini istiyor, sömürülmemek için değil daha çok sömürülmek ve sömürmek için elinden geleni yapıyor, artık herkes paraya değil parasızlığa karşı, ölmek ve öldürülmek sakınılacak değil neredeyse öğünülecek şeyler, kahrolsun arzu, aşka ölüm, haz varsa hayat vardır, bedenim ve ben dünyaya yeteriz, ben en tek ben, hepinizin canı cehenneme, teori anlam söz düşünce hepsi boş tencere, tek bir gerçek var o da pratik, parayı buldun mu karıyı/herifi becerdin mi düşmanı öldürdün mü, hepsi bu!

19. Yüzyıl bastırılmış ya da ertelenmiş arzuydu, 20. Yüzyıl aşk, 21. Yüzyıl ise yalın haz. 20. Yüzyıl, yalnızca siyasi değil, bedensel ve kültürel devrimlerin de yaşandığı ve neredeyse yüzyıl sona ermeden tüm devrimlerin tebahhur edip tam tersine evrildiği, insanlığın belki de en yoğun ve en uzun yüzyılıydı. 21. Yüzyıl ise, önceki üç dört yüzyılda insanlığın canla başla kazandığı ne varsa hepsinin üzerinde hunharca tepinileceği bir dönem olacağının işaretlerini veriyor.

Kuşkusuz, daha çok bireysel düzeydeki olumsuz yansımalarından bahsettiğimiz bu durum çok daha geniş bir toplumsal tarihsel zemin üzerinde yükseliyor. Yerel düzeyde farklılıklar gösterse de aslında global bir eğilim olan bu durumu pek de sosyolojik olmayan terimlerle açıklamaya çalışayım: Nasıl olduysa cehennemin kapıları bir kez daha açıldı ve kötülük yeryüzüne ulaştı, ulaşmakla kalmadı neredeyse her ülkede iktidara oynar hale geldi ya da iktidar oldu.[9]  Her ülkede insanlar medeniler ve medeniyetsizler olarak ikiye yarıldı ve bu iki yarı aynı bütünün iki yarısı falan da değil. Bırakın ortak değeri, aynı dili konuşmalarına rağmen ortak bir dilleri bile yok. Bir yarı harıl harıl Hakan’ı da mümkün kılan yola taş döşerken diğer yarı komşu (ya da başka) ülkenin yarısıyla bir araya gelse çok daha anlamlı bir hayatları olacak. Bu parçalanma, iyilik ve milliyet, ahlak ve vatan, vicdan ve inanç, insanlık ve cemaat, haysiyet ve hamaset arasında olduğu için kimleri bir araya getirirseniz getirin dikiş tutturma ihtimalleri de yok. Bu bir cephe savaşı ve her cephe savaşında olduğu gibi karşınızdaki alim de olsa düşmandır, yanınızdaki dünyanın en berbat insanı da olsa dosttur çünkü cepheleşme herkesi körleştirir, sadece hangi cephede olduğunuz önemlidir, o kadar. İşte Hakan bu halin ve bu insanın romanını yazıyor. Durum umutsuz mu, kesinlikle evet! Biraz sert mi yazıyor, evet; canımızı mı acıtıyor, buna da evet -çünkü belli ki kendi canı da çok yanmış.

Günday’ın yazdıklarının pek azını okuyarak yaptığım bu yorumlardan rahatsız olacak sıkı takipçilerden şimdiden özür dilerim, gençliğime(!) değilse de heyecanıma versinler. Kimi yerde ondan ilk adıyla söz etmem garip görünebilir. Günday’ı daha ilk birkaç paragrafta ahbap bildiğim için böyle bir hadsizliğe cüret ettim. Yazmadım ama, mesela, Marquez üzerine yazsaydım ondan da muhtemelen Gabriel ya da Garcia diye söz ederdim. Ahbaplık böyle bir şey! Bu arada, Hakan’la yegâne insani tanışıklığım, hemen her kitabının arkasındaki sert bakışlı fotoğrafı -pek ahbap sever sinyaller de vermiyor aslında. Ne bir söyleşisini okudum ne (varsa) bir videosunu izledim, ne de onun hakkında bir yazı okudum.

Zaten bu yaşıma kadar sevdiğim yazarlarla bırakın konuşmalarını dinlemeyi, yüz yüze gelmekten bile kaçındım, hala da öyleyim. Gerekçem basit, metinle arama -yazar dahil- kimsenin girmesini istemiyorum ve bence bu doğru bir tavır. Adından çokça bahsetsem de asıl derdim tabii ki Günday değil, önümüze attığı metinler. Hakan Günday da hepimiz gibi bir biyografinin eseri, ama yazdıklarının gösterdiği gibi, o biyografinin esiri değil -bu da pek azımızın becerebildiği bir şey.

                                                                        ***

Zargana da bitti bitecek. Kinyas ve Kayra’yı neredeyse unuttum -yeniden başlamak için hiçbir şey hatırlamamayı bekliyorum. Ve sonra kitaba en başından başlayacağım ve o hızla 176. sayfayı geçebilmeyi umacağım. İyice kendime gelebilmek için epeydir sırada bekleyen birkaç Adam Philips kitabını (isimleri bile çok iştah açıcı) ya da Nurdan Gürbilek’in son kitabı Örme Biçimleri’ni (iki ters bir düz) okumayı da düşünebilirim.

Bu arada, ilginç bir şey oldu. Ortamlarda nasıl Hakan Günday satıyorsam, nazik bir arkadaşım onun son kitabı Derz’i hediye etti, ben de ona saygısızlık etmemek için kitabı acilen okudum, bir solukta; evet, bir solukta; ama iyi olduğu için değil![10] Yazar kibri mi editör işgüzarlığı mı bilemem ama benim için bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyebilirim. Bu son kitap vesilesiyle Günday’ın hiç iyi dostu olmadığını da anlamış oldum. Adı da kendini ele veriyor aslında: Derz, iki roman arası boşluk doldurma manasına! Boşluklar iyidir, sayın Günday (hemen de resmileştim!), bırakın boş kalsınlar, otla kökle doldurmayın! Kitap, çeşitli dergilerde (Ot vb.) yayınlanmış çoğunluk kısa metinlerin derlenmesinden oluşmuş. Bence Günday derdini uzun anlatanlardan ve birkaç sayfalık kısa yazma işini kesinlikle yeniden düşünmesi lazım. Bir de şu var: vapurda, trende, otobüste hızlıca tüketmeye gayet uygun olan kısa yazılar bir kitapta ve birbiri ardına geldiğinde aynı keyfi vermiyor olabilir. Nitekim, bu kitaptaki göreli uzun yazılar hemen fark ediliyor, yazıların sıkleti azıcık arttığında Günday hemen kendi ritmini yakalıyor. Günday fişek gibi bir yazar, etkili güce ulaşması için biraz mesafe katetmeye ihtiyacı var. Kitaptaki yazıların yetersizliğini yayınlayanlar da bir şekilde fark etmiş olmalılar ki, Günday hakkında daha doğru bir fikir vermek için araya Kinyas ve Kayra’dan uzun bir parça koymuşlar. Hayat insana hep tuhaf oyunlar oynar, bu da onlardan biri. Evet bu da oldu ve resmen kaçtığıma yakalandım -neyse ki zararsız bir bölüm!

Artık fazlasıyla uzayan bu yazıyı bitirmenin zamanı geldi, son olarak şunları söyleyebilirim: Zaten aklımda dönüp duran şeyleri Günday’ı kullanarak yazıya döktüğüm gibi bir mahcubiyet de duymuyor değilim -bu da bir nevi yazar istismarı! Belki de, bu düşüncelerin açığa çıkmasına vesile olduğu için bir teşekkür; onu kullandığımı düşünenler için de bir özür borçluyum Günday’a. ‘Yahu, senin yazdıklarınla, Kinyas ve Kayra dahil, bizim okuduğumuz Hakan Günday kitaplarının hiçbir ilişkisi yok’ derseniz, ona da bir şey demem, olabilir, ben Günday’ın bana düşündürdüklerini yazdım, o kadar.  ‘Daha kitabı bile oku(ya)mamışsın, sen ne anlatıyorsun?!’ derseniz, ona da ses etmem. Bizzat Günday çıkıp pekâlâ ‘bu yazı benim için külliyen yok hükmündedir!’ diyebilir, ben yine susarım.

Bu yazı akademik bir yazı değil, edebi hiç değil. Ziyadesiyle ‘serbest’, öznel, dağınık ve karamsar bir yazı olduğunu söyleyebilirim -biraz Günday’a uydum ben de! Bu ve benzeri konularda gelecek eleştiriler şimdiden makbulümdür. Yazı, Günday kitapları; özellikle de Kinyas ve Kayra’nın ilk sayfaları üstüne ama kitaplardan hemen hiçbir şey içermiyor, yani spoiler tehlikesi neredeyse sıfır! Kimisi epeyce uzun, kimisi gereksiz çok sayıdaki dipnot için hoşgörünüze sığınıyorum. Baktım da çoğu dipnot metindeki asıl düşünceyi derinleştirmekten ziyade, neredeyse kendisi ayrı bir metin haline gelmiş. Demezsem içimde kalır diye düşündüğüm şeyleri dipnotlarda söylemiş gibiyim. Bu nedenle isteyen metni kesintisiz okuyup sonra dipnotlara göz atsa da pekâlâ olur.

Günday’dan ilk birkaç sayfayı okuduğumda aramızda ciddi, ‘seviyeli’ ve uzun vadeli bir ilişki olacağını hissetmiştim. Dolayısıyla, muhtemelen, bu yazı bir son değil sadece bir başlangıç. Diğer kitapları olduğu kadar, okuyup bitirmeyi becerebilirsem, Kinyas ve Kayra’nın sonunda neler düşüneceğimi ben de merak ediyorum. Hülasa, Günday okuma ya da okuyamama serüvenimin çeşitli evrelerinde başınızı yine ağrıtacağımı söyleyebilirim. Şimdilik hoşça kalın.[11]


[1] Hakan Günday olsa bu ‘kesim’ sözcüğünden sonra mezbahayla başlayan bir cümle kurardı. Kitaplarında bunlardan bolca var ve bence gayet şık duruyor. Şu örneğin güzelliğine bakar mısınız: “Hiçbir şeye hâkim değilim, hukuk okumadım!” Bu arada, kitapları için seçtiği adlar da bir tuhaf (Az, Daha, Piç, Ziyan gibi), sanki onlar da bir başka kelime oyununun parçaları: Veciz bir ifadenin (Olmaya… Devlet… Cihanda… Bir… Nefes…) sözcükleri tek tek alınıp kitap adları yapılmış ve en son kitap da geldiğinde ortaya nefis bir söz çıkacak ama sözcükler eksik olduğu için henüz sırra vakıf değiliz!

[2] Epeydir her sanat eseri bir ‘iş’ ya da proje haline geldi, hatta bizzat üreticileri bile yaptıklarından çoğunlukla bu sıfatla söz ediyor. Şiir ya da resim, fark etmiyor, hepsi sanatçının işlerinden biri. Bu anlamda da ‘iş’ haline gelen her şeyde olduğu gibi en iyisi bile ağzınızda sası bir tat bırakıyor. Akademiden ve akademik ‘iş’lerden (yüksek lisans ya da doktora tezleri, promosyon gereği yazılan makaleler, vs.) tabii ki söz etmeye gerek bile yok!

[3] Bu nedenle benim tercihim iyi edebiyatın o ya da bu değil, her ikisi de olduğudur: Hem bir serüvenin anlatısı hem de bir anlatının serüveni. Kısacası, ifade edecek bir şeyin olsun ve bunu en iyi biçimde ifade et, bu kadar.

[4] Günday’ın yazdıkları, böylesi belirsiz bir durumda neler yapılabileceğine ilişkin bir nevi hayatta kalma rehberi olarak da okunabilir, gayet pratik ve işlevsel bir survival kit! Şöyle bir graffiti vardı bir zamanlar: -How do they say ‘fu*k you’ in L.A.? -Trust me! Evet, Hakan Günday sizi becermek isteyenlerin omuzunuzu sıkıp ‘güven bana’ dedikleri bir dünyanın yazarı. Hastane sahibinin sağlık, turizm şirketi sahibinin turizm, fon yöneticisinin maliye bakanı olduğu bir dönemde, narkotiğin başında uyuşturucu satıcısının, cinayet büronun başında katillerin, gümrüklerin başında kaçakçıların olması gerekmez mi ya da olsa ne olur? İşte Hakan biraz da bu ‘ideal’ durumun hikayelerini anlatıyor.

[5] Dünyanın altı da üstü de çok uzun zamanlar boyunca hep kaotikti, kozmos olması ise ancak ve ancak son birkaç yüzyıllıktır -ama kıymetini bilemedik! 21. Yüzyıl hem fiziksel hem de insani olarak yeniden kaosa döneceğimizin sinyallerini veriyor, hem de bolca! Çevresel olanı bilemem ama insani açıdan içinizi ferahlatacak tek şey söyleyebilirim, bu yüzyıl ve süreç sandığınızdan çok daha kısa sürecek. İçinde yaşayanlar için uzun ama tarihsel olarak gayet kısa ve cüce bir yüzyıl olacak. Sonra unutacağız ve yolumuza devam edeceğiz. Bu ‘unutma’ önemli ve biraz daha üzerinde durmayı hak ediyor. Şu an içinde yaşadığımız için bize çok önemli gibi görünen ve aynı biçimde kendilerinin çok önemli olduğunu sananların tarih açısından hiçbir değeri yok. Tarih sandığınız kadar midesiz değildir, her şeyi hazmetmez; bu nedenle böylelerinin yeri tarihin tozlu rafları falan değil, olsa olsa çöplüğüdür.                    

[6] Bu arada, Marki de Sade belki de gayet muhafazakâr bir arkadaştır ve tüm çabası, kısıtsız hazzın varabileceği şiddet düzeyini göstermektir bize. Belki Günday da bunu yapıyordur, bilemiyorum. Yani, Marki de Sade kitaplarının, aslında bizi haz ve şiddetin denetimsiz dolaşıma girmesinin ne tür sonuçlara yol açabileceği konusunda uyaran muhafazakâr birer manifesto olabileceği gibi, H. Günday kitapları da aslında bizi toplumsalı öldürdüğünüzde elinizde kalacak olan tipler (kahramanlar?) anca bunlardır diye uyaran gayet modernist bir manifesto olarak da okunabilir.

[7] Dünyanın en süper gücü bula bula hala Biden’ı buluyorsa ve alternatifi de ancak Trump’sa, Günday’ın kahramanlarına kimsenin edecek bir lafı olamaz. Nasıl bir insanı kendinden koruyamazsanız, bir ülkeyi de kendi halkından koruyamazsınız, kurtaramazsınız. 21. Yüzyıl böyle açmazları bolca barındıracağının işaretlerini çokça verdi ve devamı da kuşkusuz gelecek. Günday bunu en önce fark edenlerden.

[8] Evet, Hakan Günday, geleceğe ilişkin küçük de olsa bir umudunuz varsa onu da silip süpürmek için yazar gibi görünüyor, ama benim üzerimdeki etkisi tam tersi oldu, hiç umudum yokken bir nebze de olsa bir umut ışığı belirdi kafamda. Böyle yazan bir çocuk varsa umut da vardır dedim kendi kendime. Kundera, Salman Rusdie için çıkarılan ölüm fetvasının öyle şeytana ayet yazdırdığı için falan değil, yazmaya, insani yaratmaya duyulan nefret nedeniyle verilen bir ceza olduğunu söylüyordu. Yaratan varsa umut da vardır!

[9] Şaşırtıcıdır ama insanlar duvara toslayana kadar hep kötülüğe çekilmişlerdir, kötülük çoğu zaman daha caziptir, mantıki sınırlarına ulaşmamış kötülükle başa çıkmak bu nedenle çok zordur. İnsanlar iyiliğe ve onun mazlumluğuna (evet, iyiler çoğunlukla mazlumdur) en fazla acırlar ama kötülüğe; hele de muktedir kötülüğe (ki, muktedirler çoğunlukla kötüdür) hayran olurlar. Kitleler olmakta eksikliklerini, belki de olunabilecek ne varsa hepsini olmuş biriyle özdeşleşerek telafi ettiklerini düşünürler. Ne olacak derseniz, aslında basit, kötülük kendi başını yiyene kadar durmayacağı, durdurulamayacağı için, uygarlık mecburen bir süreliğine rafa kaldırılacak, kötülük ait olduğu karanlığa geri tıkılacak ve sonrasında kısa bir hasar tespiti yapıp insanlık olarak kaldığımız yerden devam edeceğiz. (Daha önce de oldu, biliyorum: Bir önceki tarihsel örnekte kötülüğün sürdürülemez olduğunu aklı başında olanlar zaten biliyordu, bu basit gerçeği herkesin anlaması içinse 60-70 milyon insanın ölmesi gerekti!)

[10] Ne tuhaf, kötü değil iyi olduğu için bir kenara koyduğum bir Hakan Günday kitabı nedeniyle başladığım bu yazıyı, iyi değil kötü olduğu için okuduğumu söylediğim bir başka Günday kitabına serzenişlerle bitiriyorum, gerçekten tuhaf!

[11] Bu yazıya son noktayı koyduktan hemen sonra ülkede yerel seçimler yapıldı, kimsenin bir beklentisi yoktu, muhtemelen bazıları daha da kararacak, diğerleri saltanatları üzerinde daha da arsızca tepineceklerdi ama hiç kimsenin beklemediği sonuçlar ortaya çıktı; umutsuzlara umut, bıkkınlara deva, yorgunlara derman oldu ve yapılan planlar ve başa gelenler konusundaki muhteşem tespitiyle rahmetli John Lennon bir kez daha haklı çıktı, teşekkürler John!

edebiyathaber.net (25 Nisan 2024)

Yorum yapın